Konu 367: KLASİK İSLAM DÜŞÜNCESİNDE TANRI TASARIMLARI

 

İslam’ın Tanrı tasarımı Kur’an ve hadisler temel alınarak kelamcılar, İslam filozofları ve mutasavvıflar tarafından yorumlanmıştır. İslam 8. ve 9. yy.larda Helenistik kültürle karşılacınca Tanrı tasarımlarında farklılıklar oluştu.

Kur’an 23 yılda nazil olmuş bir bildiridir. 23 yıllık metinsel birikim mantıksal bir bütünlük arz etmez. Kur’an’ın doğrudan muhatap olduğu bölge Hicaz’dır. O dönemde Hicaz’da Hristiyanlar, Yahudiler, Hanefiler ve putperestler bulunmaktaydı. Kur’an’ın o dönemdeki bölgenin insanlarına seslenmesi gayet normaldir. Kur’an bölge Tanrılarına eleştiri yapar ama bunu açıklamaz çünkü bölge insanı bunu zaten bilir.

Kur’an’dan önce Hicaz bölgesindeki inançlara bakalım. İslam öncesi Araplar putperestlerdi fakat “Bir” Tanrı’ya inanıyorlardı. Allah onlara göre yüce/üstün bir varlıktı. Ona doğrudan ulaşmak mümkün değildir, aracılar vasıtasıyla ulaşabilinir. Kur’an buna “şirk” der, yani Tanrı’ya ortak koşmaktır. Kur’an’daki şirk açılımı budur. Onlar cinler ve meleklerle Tanrı arasında bir bağ kurmuşlardı.

Hristiyanlar Hz. Îsâ’ya Tanrı üçüncüsü deyip onu tanrısallaştırmışlardır. Üzeyir ile ilgili Yahudi söylemleri de Hz. Îsâ gibi Kur’an’da eleştirilmiştir. Böylelikle görülür ki Kur’an’ın muhatap aldığı bir kesim vardır: müşrik Araplar, Yahudiler ve Hristiyanlar. Yine İslam’dan önceki inançlardan Sabiilik de önemlidir. Kur’an onlara, gezegen ve yıldızlara taparlardı, der. Hanefilik Kur’an’da Hz. İbrâhim ile ilişkilendirilir. Hanefiliğin ne olduğu, İslam kültürü içerisinde tartışmalıdır. Kur’an’da Hz. İbrâhim, gezegen ve yıldızlara taparken siz, geçicisiniz, benim Tanrım bir, denilirken burada Sabiiliğe bir atıf vardır.[88] (Hz. Îsâ ve Hristiyanlık hakkında[89]) (Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ ve Yahudilik hakkında[90])

Bir de Kur’an’ın eleştiri yaptığı İslam öncesi entelektüeller vardır. Onlar şairlerdi, şiirlerinde Tanrı birdir, her şeyin yaratıcısı odur gibi sözler kullanıyorlardı.[88]

___________________
[88] Hasan Aydın, “Klasik İslam Düşüncesinde Tanrı Tasarımları”, Viacademia, 31 Mayıs 2014, <https://youtu.be/Xb3DW4tUpfI> Erişim: 1-12 Mayıs 2015.
[89] Hz. Îsâ ve Hristiyanlık hakkında. “İslâmî literatürde hıristiyanlar için Nasrânî (çoğulu nasârâ), Mesîhî (çoğulu Mesîhiyyûn) ve Îsevî, Hıristiyanlık için de Nasrâniyye ve Mesîhiyye adları kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de hıristiyanları ifade eden ve on dört yerde geçen nasârâ kelimesinin menşei ve anlamına dair çeşitli yorumlar vardır. Kelimenin, Hz. Îsâ’nın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle (Âl-i İmrân 3/52; es-Saf 61/14), “yardım etmek” anlamındaki nasr kökünden geldiği veya Hz. Îsâ’nın memleketi olan Nâsıra (Nazareth) şehrine nisbet edildiği belirtilmektedir. Öte yandan Nasoraeanism hareketiyle veya Nazıri denilen, Hz. Yahya’nın da dahil olduğu kendini tanrıya adayan münzevi gruplarla da bağlantı kurulmaktadır. Hz. Îsa’nın Mesîh oluşu sebebiyle hıristiyanlara “ona tâbi olan” anlamında Mesîhî, bizzat Hz. Îsa’ya nisbetle Îsevî de denilmektedir.” (a). “Îsâ’dan önceki dönemde Essenliler tarikatı, Terapotlar (Şifacılar) adındaki Mısır tarikatının Filistin koludur. Essenliler, Tevrat’ı yazan Levililerin görüşlerini benimsiyorlardı. (Tevrat’a göre Levililer: Mısır ve Orta Doğu’da yaşamış İsrailoğulları’nın 12 kavminden biridir.) Essenliler, Mısır inançlarındaki bilgileri biliyorlardı. Essen ve Terapotlar, eğitimden geçecek kişiye vaftize benzer bir uygulama yapıp alnına haç çizerlerdi. Essenlilere benzer bir diğer örgüt de, Nazarenler idi. Essenliler ve Nazarenler aynı gruptan türeyen benzer örgütlerdir. Nazaren örgütüne veya Nazarenlilere Nasrani, Nasuralar, Nasıralılar, Nasara, Nazara veya Nazarit de denmektedir. İsa ve yanındakiler -Yahudiliğin içinde olup Yahudiliğe aykırı olan- bu örgüte üyeydiler. “Nazarenli İsa” deyimi ile İncil’de geçen “Nasıralı İsa” kavramı Nazaret veya Nasıra adlı kasabayla ilişkili olduğu kadar bahsi geçen örgütle de bağlantılıdır. Terapotlar, Essenliler ve Nazarenler gizli birer örgüt olup Eski-Yeni Ahit ve Hıristiyanlığın doğuşu arasında bir köprü vazifesi gördüler. İlk Hristiyanlara, Hristiyan denmeden önce Nazarenliler denirdi. İncil ve Hristiyanlık bu gizli örgütlerden (daha çok Nazarenlilerden) türemiştir. Nazaren veya Nasrani kelimesi İbranice “Nozrim”den, o da Ahitin Koruyucuları anlamına gelen “Nozrei ha-Brith”ten türemiştir. Mısır’daki “İsis Rahipleri” siyah elbiseler giyerlerdi, Nazarenliler de aynısını yapmıştır; sonrasında Hristiyan din adamları da bunu günümüze kadar taşımıştır. Nazaren (Nasrani) tarikatı, günahlardan arınmak için ritüel banyosu yapardı, bu olgu Hristiyanlık’a vaftiz olarak aktarılmıştır. Bu örgütler Büyücü ve Şifacı olarak biliniyorlardı. Essen kelimesi Suriye lisanındaki şifacı kelimesinden türemiştir. (Ölüdeniz Yazmaları’nın bulunmasıyla Hristiyanlığın Essenilerle benzerliği daha çok artmıştır.) Halüsojen etkisi olan çeşitli bitki ve mantarlarla değişik bilinç seviyelerine ulaşmaya çalışıyorlardı: Bunlar ve çeşitli bitkilerle şifa dağıtıyorlardı. İsa’nın İncil’de insanları iyileştirmesi yani Şifa dağıtması ve/veya ölüleri diriltmesi, körleri-hastaları iyileştirmesi tarzındaki anlatımlar bu büyücülük ve şifacılıkla veya bu gizli örgütlerle alakalıdır. Nitekim İsa’dan önce ve onun zamanında bile hastaları iyileştirebilen insanlar mevcuttu.”. “İncil: Matta (Özet: 2:1,11,19-21 Yusuf; Meryem ve daha küçük bir çocuk olan İsa’yı da alıp,) 2:23 …Nasıra denen kente yerleşti. Bu, peygamberler aracılığıyla bildirilen, “O’na Nasıralı denecektir” sözü yerine gelsin diye oldu. Luka (Özet: 20:20, 22:54 ve 23:4,5 Başkahinler ve halk, tutuklu İsa için vali Pilatus’a) 23:5 … “Yahudiye’nin her tarafında öğretisini yayarak halkı kışkırtıyor; Celile’den başlayıp ta buraya kadar geldi” dediler. Elçilerin İşleri (Özet: 23:18 ve 24:1,22 İleri gelenler tutuklu Pavlus için vali Feliks karşısında şunları söyledi) 24:5 “Biz şunu anladık ki, bu adam dünyanın her yanında bütün Yahudiler arasında kargaşalık çıkaran bir fesatçı ve Nasrani tarikatının elebaşılarından biridir.” 9 Oradaki Yahudiler de anlatılanların doğru olduğunu söyleyerek bu suçlamalara katıldılar. 10 Valinin bir işareti üzerine Pavlus şöyle karşılık verdi… 14 “Sana şunu itiraf edeyim ki, kendilerinin tarikat dedikleri Yol’un bir izleyicisi olarak atalarımızın Tanrısı’na kulluk ediyorum. Kutsal Yasa’da ve peygamberlerin kitaplarında yazılı her şeye inanıyorum.””. (b). “Îsâ, MÖ 6-4 ve MS 30 yılları arasında Kudüs (İsrail)’de yaşamıştır. Aslında Yeni Ahit’te (İncil’de) anlatıldığı gibi bir İsa’nın yaşadığına dair Yeni Ahit’ten başka hiçbir kanıt ve kaynak yoktur.” (c). “Hristiyanlık’ın oluşumundaki kilit nokta ise, Roma baskısı altındaki İsrail insanlarının bir ayaklanma çıkarmasıdır. Bu ayaklanmanın ele başlarından birisi de Nasıralı İsa’dır. Kudüs’te geçen bu olaya, Roma’yı din ile etkileyebilme veya savuşturma diye de adlandırabiliriz. İsa arkadaşlarıyla (yani 12 havarisi) ile, sık sık ormana çekilip bu ayaklanmayı-örgütlenmeyi hazırlamaya çalıştığı söz konusudur. Zira MÖ 3’te Yahudi bir lider olan Athronges “beklenen” mesih olduğu iddiasında bulunup Romalılara karşı bir isyan başlatır, yakalanarak cezalandırılır. MS 6’da Zealotların lideri olan Celileli Judas; Romalıların vergi toplamasından şikayetçi olanları arkasına alıp -isyanın lideri olarak- bir isyan başlatır ve mesih olduğu iddiasında bulunur, sonra yakalanarak öldürülür. İsa MS 30’da İncil’e göre mesihlik iddiasında bulunmuştur, sonra Romalılar tarafından öldürülmüştür. MS 46’da Theudas, mesihlik iddiasında bulunup Romalılara karşı çıkan isyanın liderliğini yapar, yakalanarak öldürülür. MS 55’te Mısırlı Peygamber Romalılara isyan başlatıp mesihlik iddiasında bulunur, isyan bastırılır, yine MS 55’te Menahem ben Judah mesih olduğu iddiasıyla 2. Agrippa’ya karşı isyan başlatır ve öldürülür. MS 70’te Vespassian, Dositheos, Simon Magus ve MS 114’te Lukuas-Andreas ve MS 131’de Simoen mesih olduklarını iddia ettiler.” (b). “Tynalı Apollonius: İsa ile aynı tarihte yaşamış MÖ 4’te Anadolu Kemerhisar/Tyana’da doğmuş (ö. MS ∼96) ve Anadolu’da yaşamış (Araplar’ın Balinius dediği) Apollonius’un o dönemde yazılmış kayıtlı hayat hikayesi neredeyse İsa’nın hayat hikayesiyle birebir aynıdır. Örneğin: O Apollo tanrısının oğluydu (veya halk ona Tanrı Proteus’un oğlu deyip onu Tanrı gibi sayıyordu, o insan suretindeki bir tanrıydı), halk ona peygamber diyordu, kurtarıcıydı, ünlü bir şifacıydı (aynı zamanda ruhsal terapistti, şunu da belirtmek gerekir ki genç yaşında Pisagorcu gizli ve ökült bir örgüte inisye edilmişti), mucizeleri vardı, sihir ve büyü yapabiliyordu, astronomi ve tıpla ilgileniyordu, karanlık-aydınlık iyilik-kötülük öğretisi vardı, yargılanıp ölüme mahkum edildiği sırada birden ortadan kayboldu ve sonra birçok kişiye göründü (Îsâ öldükten sonra birçok kişiye o da görünmüştü), İsa gibi büyücülükle suçlandı (onun yaptıkları daha çok tıbbi şifacılıktı), ölüleri diriltti (ama o buna mucize değil de bir doğa olayı dedi, İsa ise Tanrının gücüyle diriltmişti), koca bir kenti salgın hastalıktan kurtardı, cinleri kovuyordu (ruhsal bunalımlı hastaları zapt etmiş olan cinleri “doğasal” yöntemlerle çıkarıyordu, İsa ise tanrının gücüyle kovduğunu söylemişti), İsa’da da olduğu gibi en yakın dostlarından birinin ihanetine uğradı, zindanda bulunduğu sırada bizzat kendisi “ölüp tekrar dirileceğini” söylemiş ve yazmıştır (Îsâ da ölüp dirileceğini çokca söylemiştir), o pagan tapınaklarını gezdi eleştirdi ve faizcilerle tartıştı (Îsâ da Yahudi tapınaklarını gezip eleştirmiş ve faizcilerle tartışmıştı). “Yeni Din Yeni Devlet” amacını güden Bizans’ın 1. Konstantin’i ve heyeti Apollonius’un hayatını alıp İsa’ya uydurdu ve Apollonius’un eserleri ve ismi Konstantin ve ardılları -ve de Katolik Kilisesi- tarafından yasaklandı: MS ∼300-1500 tarihleri arasında -tarih sahnesinden silinmiş bir tarzda- yasaklıydı. Günümüzde ona “Hıristiyanlığın Kurucusu” denilmektedir. Apollonius ∼100 yıllık hayatında Atina, Antakya, Babil, Mısır, Hindistan, Efes, Roma’ya gidip buralarda din adamları ve filozoflarla konuşmasına rağmen hiçbir eserinde ve bilinen 81 mektubunda İsa’dan hiç bahsetmemiştir. Apollonius “Hokus Pokus” tarzı büyü/sihir değil tıbbi, astronomik, matematik, simya/kimya, hermetik, ezoterik, alşimist vs. tarzda bir şifa-büyü-sihir’le uğraşıyordu ve bunları Mısır, Hindistan ve Yunanistan gezilerinde öğrenmişti. “Sevgi tüm evrendeki tek ölümsüzlüktür” ana görüşü altında gittiği her yerde sevgiyi anlatan ve yayan Apollonius’un yansıması Yeni Ahit’te İsa’nın “Sevgi” ile özdeşleştirilmesi olarak ifadeleştirilmiştir. Sonuç olarak Apollonius ile İsa’nın hangisinin hangisi olduğunu anlamak neredeyse imkansızdır. Kendilerinin aklından geçirmedikleri halde Kilise birini tanrı yapmış diğerini ise unutturmuştur.” (d). (a) Kürşat Demirci, “HIRİSTİYANLIK” I. Giriş, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1998, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/17/C17015833.pdf> Erişim: 1 Ağustos 2019, Cilt: 17, s. 328. (b) Bu sitedeki yazıma bk. 220. konu. (c) Bu sitedeki yazıma bk. 223. konu. (d) Bu sitedeki yazıma bk. 224. konu.
[90] Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ ve Yahudilik hakkında. “1- Mısır’ın tarih kayıtlarında; ne Hz. İbrahim’e, ne Hz. Yusuf’a ne de Hz. Musa’ya rastlanır!.. 2- Tevrat’ta 400 küsür yıl boyunca Mısır’da köle olarak yaşayan Yahudilerden bahsedilir ama Mısır kayıtlarında bunların izi bile yoktur! 3- Mısır’da bir tane bile Yahudi mezarına rastlanmamıştır, ne bir Yahudi duvar yazısı ne de bir mektup bulunamamıştır! 4- Buradan çıkan sonuca gelecek olursak; İbrahim, Sara, İshak, Rebeka, Yakup gibi Semavi Dinler’deki (Musevilik/Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’daki) kişilikler gerçekte Mısırlı asillerdir. 5- Musa; Mısırlı General Mose (Ra-Messu)’dur. Mose, MÖ 1290 civarlarında 1. Ramses lakabıyla Mısır’ın firavunu olur. Musa’nın halefi Yuşa ise, Mose’nin büyük oğludur. 6- İbrahim ise, Mısır Firavunu Akhenaton’dur!”. ““Hz. İbrahim aslında bir firavundur. Yahudiler aslında Mısırlılardır, Tevrat’ı oluşturan düşünceler de onlara aittir.”: Yahudi kökenli iki Fransız bilim adamı tarafından 20 yıllık süren araştırma sonucu çıkardıkları “Çıkışın Sırrı” adlı kitapta varılan nihai sonuç budur. Bu kitap 2000 yılında; Fransa’da yılın en iyi din kitabı ödülünü almıştır.”. “Akhenaton MÖ 1350’lerde Mısır’ın Firavunu (Başkanı) idi. Mısır’da Tek Tanrıya inanan ilk firavundur ve dünyada ilk olarak Tektanrıcılığı hükümet düzeyinde sistemleştirmeye çalışan kişi kendisidir. Tek Tanrı “Aton” inancını yaymış ve fazlaca taraftar toplamıştır. Ancak ölümünden sonra başa geçen firavun Ai, Çoktanrıcılığı geri getirerek, Tek Tanrı’ya inananları Mısır’dan Filistin-İsrail bölgesine sürmüştür. İşte asıl olay bundan sonra başlar. Çünkü; “Yahudilerin Göçü” olarak adlandırılan olay aslında yaşanmamıştır, gerçek olan Mısırlı Tektanrıcıların sürülmesiyle yaptığı göçtür!.. Mısır’dan kovulanlar, Sazlıklar Denizi’ni (Kızıldeniz’i) aşarak Sina Çölü’nü geçmiştir. Musa’nın Denizi Yarma Efsanesi ise, Musa’dan önceki Mısır Mitolojisi’ndeki “Anadeniz’in Firavun tarafından ikiye açılması” efsanesinden gelmektedir! Filistin’e göç eden Mısırlı bu rahiplere, “Akhenaton’a tapan” anlamına gelen “Yahud” adı verilmiştir. Yahudlar bu bölgede Yahuda Krallığı’nı kurmuşlardır. İşte bu noktada “Yahudi” kavramı oluşmaya başlamıştır. Tevrat’ın Tanrısı Yahve’dir veya Yehova/YHVH’dir. Tevrat’ta ve/veya İbranice’de “Rab/Tanrı” Yahve’dir. Yahve adının “Yahu-Va” olarak Mısır kökenli olabileceği görüşü mevcuttur. Yahve, İbrani alfabesindeki YHVH harflerinden oluşur ve “ben, ben olanım” -veya ben benim- anlamına gelir. Yahve adı İbrani kökenli değildir: Antik Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda “Yahu” ışığın ilahıdır ve yine eski Mısır dilinde “va” tek / tek olan anlamına gelir: Yahudiler’in bunları Yahu-Va → Yehova → Yahve olarak türettiği ağır basan görüşlerdendir.”. “Bu bölgede göçten önceki halk ile Mısırlılar birbirine karışarak ilerleyen tarihlerde MÖ 950-450 yılları arasında Tevrat’ı yazarlar. Yani Levili’li halkın (Levi halkının) Mısır inançlarını çalıp Tevrat’a katması durumu söz konusudur. Göçten önceki yerli Levili halkı sonrasında Yahudiliğe dönüşür. Yahudiliğin Tek Tanrı -Yahve/Yehova- inancı aslında Aton dininin bir devamıdır.”. (a). “MÖ 1310 civarlarında yaşamış Mısır Generali Mose (veya Ra-Messu, firavun olduktan sonra 1. Ramses olarak anılır), ilerleyen tarihlerde İsrail-Filistin bölgesinde Hz. Musa’ya dönüşmüştür.”. (b). MÖ 580’lerde (586) Babil Kralı Nabukadnezar, İsrail-Filistin bölgesinde azınlık olarak yaşayan Yahudi halkını Babil’e sürgün etti. Bunlar arasında İsrail/Yahudi bilginleri de bulunuyordu ve bunlar Babil külliyatını öğrendiler. 70 yıl sonra sürgünden kurtulup eskiden yaşadığı bölgeye dönenler burada Tevrat/Torah (ve Tanah)’ın çoğu kısmını yazdılar/uydurdular. “Sonuç olarak Yahudi tarihi aslında, Babil tarihinin Mısır tarihine dönüştürülüp tersyüz edilmesiyle uydurulmuş bir silsileler bütünüdür. Tevrat da bu şekilde yazılmıştır!..” Bir hatırlatma olarak, başlangıçta -ilk başta- Tevrat/Torah yazılıyor ondan sonra da Torah’tan sonraki kısımlar yazılıyor (Torah + sonraki kısımlar = Tanah) (c)(d). (Günümüzdeki İsrail-Filistin ve çevresi eskiden Kenan toprakları olarak isimlendiriliyordu.) “Musevilik’in kutsal kitabı olan Tevrat, Musa tarafından yazılmamıştır! Tevrat kelimesi İbranice olup mânâsı şeriat veya kanundur. Tevrat; MÖ ~950 yıllarında yazılmaya başlanıp, MÖ ~450 yılları arasında tamamlanmıştır. Yazarları Uzman, Rahip gibi kişiler olan “Redaktör”ler yani düzenleyiciler tarafından yazılmış olup, çeşitli kabile efsanelerini ve hikâyelerini ve de gelenekleri konu almaktadır. Bu süreç içerisinde hikâyelerin devamı, yeni eklenen metinler-maddeler ve düzenlenen yazılar şeklinde Redaktörler; Orijinal Tevrat’ı oluşturmuştur.” (“Orijinal Tevrat”). (e). Yahudilerin (İsrail’in) ilk tarihi -ilk olarak- Tanah’ta geçiyor, yazılı başka kaynak yoktur. Tanah’ta geçen olayları/yerleri bulmak adına Mezopotamya ve Filistin’de 19. yy.dan itibaren geniş kapsamlı kazılar yapılmaya başlanıyor. Süregelen bu kazılarda Kadim Mezopotamya ve Kadim Mısır’dan Tanah’a pek çok konunun geçtiği anlaşılmıştır. (d). (a) Bu sitedeki yazıma bk. 202. konu. (b) Bu sitedeki yazıma bk. 203. konu. (c) Bu sitedeki yazıma bk. 209. konu. (d) Bu sitedeki yazıma bk. 329. konu. (e) Bu sitedeki yazıma bk. 210. konu.

 

Kur’an’da Tanrı/Allah tanımlamaları fazlaca geçer. Bunlardan önemli/ilginç olanları şunlardır. Kur’an’da, Tanrı’nın benzeri yoktur, derken buradaki benzer kelimesinin Arapçada bir anlamı da üstün, yani Tanrı diğer tanrılardan üstündür olarak da anlamlandırılabilir. O, yüce tahtın sahibidir, derken arşın sahibidir, demektedir. Kur’an’da Tanrı için kullanılan “Melik” Kral, “Rab” ise Efendi anlamına gelir. O, istediğini zorla yaptırandır yani Cabbar’dır. Yeri geldi mi düşmanlara karşı en iyi tuzak kurandır. O, her şeyi görür ama kendisi görünmez. O, ateş değmese de ışık verecek bir ağaç gibidir. Bu ışık da nurdur. Hayır, şer, iyilik ve kötülük hep ondandır. Kendi istediğini yaratır, dilediğini seçer. Dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. Bir şeyin olmasını istediğinde “Ol” der, hemen oluverir. İnsanı aşamalar halinde yaratmıştır. O, hem görünen hem de görünmeyen evrenlerin Rabbidir. O, yüce tahtın sahibidir. Tahtına oturmuştur. Tahtının ayağı yerleri ve gökleri kapsamıştır. Eli, her elin üzerindedir. Her şeyi tahtından yönetir. Yüksek karar konseyi -Mele-i Âlâ-, kâtipleri, kolluk kuvvetleri, orduları ve elçileri vardır. Ne yana dönerseniz o, oradadır. O, her şeyi kuşatmıştır. Sadece o ebedîdir, onun yüzü dışında her şey yok olmaya mahkûmdur.[91] (Not[92]) (Yüce taht hakkında[93]) (Kur’an’da geçen Rab hakkında[94.1]) (Not[94.2])

___________________
[91] Hasan Aydın, “Klasik İslam…”, ags.
[92] Arapça’daki Lat, el-Lat ve El-latya kelimeleri Akadca metinlerde geçen tanrı El’in dişil hali İlat’tan veya Allatum’dan türemiştir, Herodot’ta Alilat olarak geçer. Arapça’daki İlah kelimesi ise Aramice’deki Elaha (Eloh) kelimesinden türemiştir. Yine Arapça’da İlah kelimesinden el-ilah dildeki yerini almıştır ve en büyük ilah/tanrı anlamına gelen El-İlah ise Arapça’da kolay söylenememesinden ötürü “Allah”a dönüştürülmüştür. Sonuç olarak el-ilah ve Allah kelimeleri El’den türeyen Allat ve Elaha kelimelerinden türemiştir. Bu sitedeki yazıma bk. 258. konu.
[93] ‘Yüce taht’ ve benzeri kavramlar Kur’an’dan önce birçok dini inançta geçmektedir, bazılarına değinelim. Tevrat: Mısır’dan Çıkış: 17:15 Musa bir sunak yaptı, adını “RAB sancağımdır” koydu. 17:16 “Eller Rab’bin tahtına doğru kaldırıldı” dedi, “RAB kuşaklar boyunca Amalekliler’e karşı savaşacak!” (a). Yasa’nın Tekrarı 5:1 Musa… (26:13 Rab’be) şöyle dedi… 26:15 “Kutsal konutundan, göklerden aşağıya bak! Halkın İsrail’i… kutsa.” (b). Sabiiliğin kutsal kitabı Ginza’da en yüce varlık olan Nhura/Tanrı için şu ifade geçer: “…izzetin yüce siması, saltanatında bir ortağı olmayan ve tahtını paylaşacak bir şeriki bulunmayan sonsuz ve görünmez (varlık).” (c). Yeni Ahit (veya İncil): Matta: 23:22 Gök üzerine ant içen, Tanrı’nın tahtı ve tahtta oturanın üzerine ant içmiş olur. (d). Yuhanna’ya Gelen Vahiy: Bölüm 4: 2 O anda Ruh’un etkisinde kalarak gökte bir taht ve tahtta oturan birini gördüm. 3 Tahtta oturanın, yeşim ve kırmızı akik taşına benzer bir görünüşü vardı. Zümrüdü andıran bir gökkuşağı tahtı çevreliyordu. 4 Tahtın çevresinde yirmi dört ayrı taht vardı. Bu tahtlara başlarında altın taçlar olan, beyaz giysilere bürünmüş yirmi dört ihtiyar oturmuştu. 9-11 …yirmi dört ihtiyar tahtta oturanın, sonsuzluklar boyunca yaşayanın önünde yere kapanarak O’na tapınıyorlar. Taçlarını tahtın önüne koyarak şöyle diyorlar: “Rabbimiz ve Tanrımız! Yüceliği, saygıyı, gücü almaya layıksın. Çünkü her şeyi sen yarattın; Hepsi senin isteğinle yaratılıp var oldu.” (e). (a) Bu sitedeki yazıma bk. 331. konu; (b) Bu sitedeki yazıma bk. 218. konu; (c) Bu sitedeki yazıma bk. 273. konu; (d) Bu sitedeki yazıma bk. 336. konu; (e) Bu sitedeki yazıma bk. 342. konu.
[94.1] “İslâm öncesi Arap toplumunda kabile, zenginlik ve şeref gibi şahsî meziyetleri ile tanınan ve kendilerine şeyh, reis, seyyid, emir, melik ve rab adı verilen kişiler tarafından idare ediliyordu.” (a). Rab- sözü Kur’an’da 971 kere geçer (Rab ve buna gelen ekler). “Kur’ân’ın ilk muhataplarının edebiyatında, sahip, ıslah/terbiye eden, efendi/hükümdar, tanrı vb. manaları taşıyan Rab kelimesi, aynı anlamlara paralel surette Kur’ân’da da kullanılmıştır.” (“vb.”yi açacak olursak yetiştiren ve toplayan manaları da dâhil). “Mekke döneminin ilk evrelerinde Rab kelimesinin kavramsal çerçevesi İslam tarafından öngörülen mahiyette değildi. İlk muhataplar bu kelimeyi başka varlıklar, …putlar için de kullanıyorlardı.”“Kur’ân’ın ilk muhatapları, Rab kelimesini sözlük manası çerçevesinde (sahip, efendi vb.) kullandıkları gibi, tanrı anlamında da, hem hayatlarında belli belirsiz yer verdikleri Allah için hem de O’na ortak koştukları putları için kullanıyorlardı.”“Kur’ân’da geçen Rab kelimelerinin hemen hepsiyle Allah kastedilmiş, ancak istisna olarak başka varlıklar da adlandırılmıştır.” (Şimdi burada bir parantez açıp -görüşüme göre- şunu söylemek istiyorum: “kastedil(miş)”, acaba gerçekten de bu mu kastedil(miş)? Çünkü o dönemlerde -ve o bölgelerde- herkes -veya çoğunluk- inandığı tanrısına veya inandığı tek tanrısına veya tanrıya veya tanrılara Rab diyordu, şimdi bu bağlamda Kur’an’daki Rab hangi Rab!..). Rab- sözü Kur’an’da “…884’ü değişik kiplerde zamirlere, 80 tanesi çeşitli isimlere izâfe edilerek yer almıştır.”“Değişik kiplerde zamirlere muzâf olarak yer alanlar şu şekildedir: 242 kere “senin Rabbin”, 151 yerde “sizin Rabbiniz”, 125 defa “onların Rabbi”, 111 kere “bizim Rabbimiz”, 100 yerde “benim Rabbim”, 85 yerde “onun Rabbi”, 67 yerde mahzûf nefs-i mütekellim yâ’sına muzâf olarak “Rabbim” ve 3 yerde “o ikisinin Rabbi”.”“Değişik isimlere muzâf kılınarak kullanılanlar şöyledir: 42 yerde “âlemlerin Rabbi”, 11 yerde “göklerin ve yerin Rabbi”, 5 yerde “arşın Rabbi”, 3 yerde “önceki atalarınızın Rabbi”, 3 yerde “Musa ve Harun’un Rabbi”, 2 yerde  “doğu ve batının Rabbi”, 2 yerde “yedi kat göğün Rabbi”, 1 yerde “yerin Rabbi”, 1 yerde “insanların Rabbi”, 1 yerde “sabahın Rabbi”, 1 yerde “Kâ‘be’nin Rabbi”, 1 yerde “doğu ve batıların Rabbi”, 1 yerde “iki doğunun Rabbi”, 1 yerde “iki batının Rabbi”, 1 yerde “Şi’râ yıldızının Rabbi”, 1 yerde “izzetin Rabbi”, 1 yerde “doğuların Rabbi”, 1 yerde “Mekke’nin Rabbi” ve 1 yerde “her şeyin Rabbi”.”. (Görüşüme göre, şimdi burada, neden Kur’an’da bütünsel Rab anlatımı daha az geçerken, bölgesel Rab anlatımı daha çok geçiyor! Benim, senin, onun, bizim, sizin ve onların Rabbi; Kabe’nin, Şi’ra yıldızının ve Mekke’nin Rabbi!) Kur’an’da Rab- sözü Mekke’de nüzul olan ayetlerde 806, Medine’de nüzul olan ayetlerde ise 165 defa geçer (sebeb-i nüzul). Mekke döneminde Kur’an’ın oluşmasının ilk 6 yılında Kur’an’da neredeyse tamamen Allah yerine Rab kullanılmıştır. (Görüşüme göre, şimdi ben karşıma bir Yahudi, bir Hristiyan ve bir tane de Müslüman alsam ve onlara desem ki “Tanrı çok güzel”, bu hangi Tanrı olacak, yani Yahudilerin -Tevrat’ın- Tanrı’sı olan Yahve mi, Hristiyanların -İncil’in- Tanrı’sı olan Elohi mi, yoksa Müslümanların -Kur’an’ın- Tanrı’sı olan Allah mı; veya iki tane cahiliye Arabı alsam ve aynısı desem onlar demez mi, -Mekke’de Hz. Muhammed’den önce ve Hz. Muhammed zamanında bilinen- Tanrı Hubal mı, yoksa Tanrı el-İlahi (ellah) mi, diye!..) Hz. Muhammed’den önce de onun zamanında da Mekke’de “Allah” biliniyordu. Yine o zamanlarda kölelerin efendilerine/sahiplerine Rab de denilebiliyordu. “Kur’ân’daki Rab kelimelerinin muhataba ait zamirlere muzâf kılınmasında üslup açısından şöyle bir fayda düşünülebilir: Muhatap kendisini ilgilendiren ve benliğiyle alakalı bulunan şeylere ilgi duyar. Bu sebeple kendisiyle doğrudan alakalı ifadeler onun üzerinde daha etkili olur. Örneğin, “Ey insanlar Rabbinize kulluk edin” (Bakara 21) ifadesi ile “Ey insanlar Allah’a kulluk edin” ifadesi muhatap üzerindeki etki bakımından farklıdır. İlk ifadede, muhatap kendisini ilgili göreceği için, söze kulak vermesi ve gereğince davranması ikincisine göre daha çok ihtimallidir.”, yine “…Rabbi onu görüyordu. (İnşikak 15)” vs. (Görüşüme göre, ki zaten burada da belirtildiği üzere, muhatabın -çevredeki insanların- Rab ile anlayacağı şey “Her neye inanıyorsanız o çok güzel.”, “Yüceniz için iyi şeyler yapın.”, “Yaratıcı çok güzel.” vs. gibi bir genel anlam oluşuyor, ki zaten muhatapta bunun üzerine şunu demez mi: “Ee! Zaten öyle!”.). “Gerçekten Sebe’ halkına, oturdukları diyarda bir ibret dersi vardı. Onların meskenleri sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi. (Peygamberleri Sebe’ halkına dedi ki:) “Rabbinizin nimetlerinden yiyiniz, içiniz, O’na şükrediniz. Ne hoş bir diyar! Ne bağışlayıcı bir Rab!” (Sebe’ 15)”. Yusuf suresinde geçen Rab ile ilgili görüşlerde farklılıklar vardır: Bazı alimler bu surede geçen Rab ile ilgili bazı -az- ayetlerin Mısır firavununu kastettiğini, bunun dışında diğerlerinin -çoğunun- Rab ile Allah’ı kastettiğini, bazı alimler ise çoğunda Mısır firavununu kastettiğini, bazı alimler ise hepsinde Mısır firavununu kastettiğini söylerler. Yusuf suresine bakalım. (b). Yusuf 23: Elmalılı Hamdi Yazır: Derken, evinde bulunduğu hanım, onun nefsinden murad alıp yararlanmak istedi. Kapıları kilitledi ve «Haydi beri gel!» dedi. Yusuf: «Allah’a sığınırım! Muhakkak ki, o (kocan), benim efendim, bana çok güzel baktı. Doğrusu zalimler hiç iflah olmazlar» dedi. Edip Yüksel: Evinde bulunduğu kadın onu baştan çıkarmak istedi, kapıları kilitledi ve: “Tümüyle sana aidim” dedi. Dedi ki: “ALLAH’a sığınırım. O benim efendimdir (Efendimdir), ki bana iyi bir yer verdi. Zalimler başarmaz.”. Diyanet İşleri: (…) O ise, “Allah’a sığınırım, çünkü o (kocan) benim efendimdir, bana iyi baktı. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler” dedi. Ali Bulaç: (…) (Yusuf) Dedi ki: “Allah’a sığınırım. Çünkü o benim Efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.” [Elimdeki -Bakış Yayınları, cep boy, ss. 416- A. Bulaç’ın hazırladığı “Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı” adlı mealde -ilgili ayetin altına- Bulaç şu dipnotu düşmüş: “Burdaki ‘o’ zamiri genellikle evin sahibi ve kadının kocasına işaret kabul edilir. Ne var ki Yusuf’un bununla Allah’ı kasdettiğini söyleyenler de vardır. Bu durumda meal şöyle olur: ‘Çünkü O, benim Rabbim’dir…’”. Ayrıca, -(Yusuf) “Allah’a sığınırım” dedi “çünkü o benim efendimdir…”- olarak, Bulaç bendeki mealinde “Efendim”deki “e”yi küçük almış, internette her yerde dolaşan mealinde büyük almış, ilginç. Şimdi kaldığımız yerden devam.]. Abdullah Parlıyan: “Öyle birşey yapmaktan Allah’a sığınırım” diye karşılık verdi. Çünkü O Allah benim Rabbimdir, yerimi güzel ayarlamıştır. Veya senin kocan benim efendimdir, bana çok iyi baktı, ben O’nun iyiliğine karşı hainlik yapamam. (…). Ahmet Varol: ‘Allah’a sığınırım. Doğrusu o benim Rabbimdir. Bana iyi baktı. (…). İskender Ali Mihr: (…) O (Yusuf da) şöyle dedi: “Allah’a sığınırım. O benim Rabbimdir. Benim yerleşme yerimi en güzel şekilde yaptı. (…)”. Kadri Çelik: (…) Yusuf, “Allah’a sığınırım. Çünkü o (Allah) benim Rabbimdir, yerimi güzel kılmıştır. (…). Sadık Türkmen: (…) “Allah’a sığınırım! Benim Rabbim bana çok iyilikte bulundu. (…). Seyyid Kutub: (…) Fakat Yusuf, «Allah korusun! Rabbim bana güvenli bir barınak sağladı; (…). (c). Yusuf 24: E. H. Yazır: O hanım, ona gerçekten niyeti bozmuştu. Eğer Rabbinin burhanını görmese idi. Yusuf da ona özenip gitmişti. (…). E. Yüksel: Kadın onu çok arzulamıştı, efendisinin (rabbinin) işaretini görmeseydi o da onu çok arzulamıştı. (…). D. İşleri: (…) Eğer Rabbinin delilini görmemiş olsaydı, Yûsuf da ona istek duyacaktı. (…). A. Bulaç: …-eğer Rabbinin (zinayı yasaklayan) kesin kanıt (burhan)ını görmeseydi- o da (Yusuf da) onu arzulamıştı. (…). (d). Yusuf 33: E. H. Yazır: Yusuf dedi ki: «Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen, bu kadınların tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben onların tuzağına düşerim ve cahillik edenlerden olurum». E. Yüksel: “Efendim, hapishane, onların beni çağırdığı şeyden daha iyidir. Planlarını benden savmazsan onlara meyledip cahillerden olurum” dedi. D. İşleri: Yûsuf, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi. A. Bulaç: (Yusuf) Dedi ki: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum.”. (e). Yusuf 41: (Burada konuşan yine Yusuf): E. H. Yazır: «Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak, kuşlar başından yiyecekler. İşte öğrenmek istediğiniz iş böylece halloldu.». E. Yüksel: “Hapishane arkadaşlarım, biriniz efendisine (rabbine) şarap sunacak, diğeriniz ise çarmıha gerilecek ve kuşlar onun başından yiyecek. Sorduğunuz iş çözülmüştür.”. D. İşleri: “…(Rüyanızın yorumuna gelince,) biriniz efendisine şarap sunacak…”. A Bulaç: “…ikinizden biri efendisine şarap içirecek…”. Ahmed Hulusi: “…İkinizden biri (zindandan kurtulup) Rabbine şarap sunacak!…”. (f). Yusuf 42: E. H. Yazır: Yusuf, hapisten kurtulacağına inandığı o ikiden birine dedi ki: «Beni efendinin yanında an». (Benden söz et ki, beni kurtarsın). Fakat Şeytan, ona, efendisinin yanında anmayı unutturdu. Bu yüzden Yusuf, daha yıllarca zindanda kaldı. E. Yüksel: O ikisinden, kurtulacağını öngördüğü kimseye, “Beni efendinin (rabbinin) yanında an” dedi. Efendini (rabbini) anmayı/andırmayı sapkın ona unutturunca hapiste birkaç yıl daha kaldı. D. İşleri: …”Efendinin yanında beni an”, dedi. Fakat şeytan onu efendisine hatırlatmayı unutturdu… A. Bulaç: …”Efendinin katında beni hatırla.” (…). (g). Yusuf 50: Yusuf Ali (İngilizce) (vurgulamak istediğim yerleri büyük yaptım): So the KING said: “Bring ye him unto me.” But when the messenger came to him, (Joseph) said: “Go thou back to thy LORD, and ask him, ´What is the state of mind of the ladies who cut their hands´? For my LORD is certainly well aware of their snare.”. Arapça: وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ ۖ فَلَمَّا جَاءَهُ الرَّسُولُ قَالَ ارْجِعْ إِلَىٰ رَبِّكَ فَاسْأَلْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ اللَّاتِي قَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ ۚ إِنَّ رَبِّي بِكَيْدِهِنَّ عَلِيمٌ Arapçanın dille okunuşu (vurgulamak istediğim yerleri büyük yaptım): Ve kalel MELİKü’tunı bih fe lemma caehür rasulü kalercı’ila RABbike fes’elhü ma balün nisvetillatı katta’ne eydiyehünn inne RABbı bi keydihinne alım. (Rab = Melik = Hükümdar = Kral = King = Firavun: Aşağıdaki “(l)” harfinden sonra gelen cümleye bk.) E. H. Yazır: O hükümdar «Onu bana getirin» dedi. Emir üzerine Yusuf’a gönderilen adam yanına gelince, Yusuf ona dedi ki: «Haydi efendine geri dön de, ona sor bakalım, o ellerini kesen kadınların maksatları ne imiş? Hiç şüphe yok ki, Rabbim, onların oyunlarını çok iyi bilir.». E. Yüksel: Kral, “Onu bana getirin” dedi. Elçi ona gidince, “Efendine (rabbine) dön ve parmaklarını kesen kadınların durumunu ondan sor. Kuşkusuz benim Efendim, onların entrikalarını bilir” dedi. D. İşleri: Kral, “Onu bana getirin” dedi. Elçi, Yûsuf’a gelince (Yûsuf) dedi ki: “Efendine dön de, ellerini kesen o kadınların derdi ne idi, diye sor. Şüphesiz Rabbim onların hilesini hakkıyla bilendir.”. A. Bulaç: Hükümdar dedi ki: “Onu bana getirin.” Ona elçi geldiğinde (Yusuf:) “Efendine (Rabbine) dön de ona sor: “Ellerini kesen o kadınların durumu neydi? Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir.” [Yine elimdeki Bulaç mealinde parantez içinde (Rabbine) yazmıyor, ilginç.]. Muhammed Esed: …(Yusuf:) “Efendinize gidin ve ondan (önce) ellerini kesen kadınlar hakkındaki gerçeği (ortaya çıkarmasını) isteyin; çünkü, Rabbim onların oyunlarını/tuzaklarını bütün gerçeğiyle bilmektedir!”. Süleyman Ateş: …(Yûsuf): “Efendine dön de ona sor, ellerini kesen o kadınların maksadı neydi? (Bunu ortaya çıkarsın). Şüphesiz Rabbim, onların tuzaklarını biliyor”, dedi. A. Hulusi: Melîk dedi ki: “Onu (Yusuf’u) bana getirin!”… Ne zaman ki Ona (Yusuf’a) rasûl (elçi) geldi, (Yusuf o rasûle): “Rabbine (efendine) dön… Ona, ‘Ellerini kesen kadınların hâli ne idi?’ diye sor… Muhakkak ki Rabbim, onların tuzaklarını Aliym’dir.” (burada üç noktalar orijinalde vardı). Suat Yıldırım: …Yusuf: “Sen önce dönüp efendine de ki: “O ellerini kesen kadınların meselesi neydi, kendisine soruver. Zaten benim efendim, o kadınların fendini pek iyi bilir.”. (h). Yusuf 53: (Konuşan yine Yusuf): D. İşleri: “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi. E. Yüksel: “Suçsuz olduğumu ileri sürmüyorum. Kuşkusuz, kişi kötülüğe eğilimlidir. Ben ancak Efendimin merhametini umuyorum; Efendim Bağışlayandır, Rahimdir.”. Y. Ali (İng.): “Nor do I absolve my own self (of blame): the (human) soul is certainly prone to evil, unless MY LORD do bestow His Mercy: but surely MY LORD is Oft-forgiving, Most Merciful.”. (i). Yusuf 98: (Yusuf’un babası Yakup ve kardeşleri Mısır’dayken, kardeşleri devlet yöneticisi olan Yusuf’a önceden suç unsuru olan kötülükler/yanlışlar yaptığından, Yakup da onlar için -Yusuf’un kardeşleri için- -onları koruyabilmek adına- -onların Mısır’da rahat yaşayabilmesi adına- şunu söylüyor:) D. İşleri: Yakub, “Rabbimden sizin bağışlanmanızı dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi. E. Yüksel: Dedi ki: “Sizin için Efendimden bağışlanma dileyeceğim; O, Bağışlayandır, Rahimdir.”. (j). Yusuf 100: D. İşleri: …Rabbim beni zindandan çıkararak… E. Yüksel: (…) Efendim… beni hapishaneden çıkararak… (k). Yusuf 101: A. Bulaç: “Rabbim, Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkanını) verdin… E. Yüksel: “Efendim, sen bana hükümranlık verdin… Harun Yıldırım: “Rabbim, sen bana mülkten verdin… S. Ateş: “Rabbim, bana bir parça mülk verdin… Yaşar Nuri Öztürk: “Rabbim, sen bana mülk ve saltanattan bir nasip verdin. (…). Y. Ali (İng.): O MY LORD! Thou hast indeed bestowed on me some power… Arapça: … رَبِّ قَدْ آتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ Arapçanın dilde okunuşu: RABbi kad ateytenı minel mülki… (l). Melik sözü Kur’an’da 118 kere geçer, sahip ve hükümdar anlamlarına gelir veya daha doğru bir ifadeyle Rab sözü ile aynı anlama gelir (b). (a) Eyüp Kurt, “Raşid Halifeler Dönemi Yönetim Anlayışına Kaynaklık Etmesi Açısından Cahiliye Dönemi”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 16, Sayı: 53, Güz 2012, <http://isamveri.org/pdfdrg/D01777/2012_53/2012_53_KURTE.pdf> Erişim: 8 Temmuz 2019, s. 296; (b) Aydın Temizer, “Kur’ân’da “Rab” Kavramı Üzerine Semantik Bir Analiz”, Marmara Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 44, Bahar 2013, <https://dergipark.org.tr/download/article-file/162831> s. 39-51, 53, 54; (c) Kur’an Ayetleri, <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-23>; (d) <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-24>; (e) <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-33>; (f) <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-41>; (g) <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-42>; (h) <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-50>; (i) <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-53>; (j) <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ali-bulac-meali>, <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-98>; (k) <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-100>; (l) <https://www.kuranayetleri.net/yusuf-suresi/ayet-101>; Erişimler: 8-9 Temmuz 2019.
[94.2] “O, ateş değmese de ışık verecek bir ağaç gibidir. Bu ışık da nurdur.”: Bu sözler için şunlara değinelim. Tevrat’tan önce Antik Mezopotamya (Sümer, Babil vs.) külliyatı içerisindeki Tammuz -veya Marduk- tanrısının kutsal veya sembol ağacı “Tree of Life”tır yani yaşamın, bilgeliğin, sonsuzluğun, ölümsüzlüğün, cennetin ağacıdır (Yaşam/Hayat Ağacı) (a). Görüşüme göre bu Hayat Ağacı; Tevrat, İncil ve Kur’an’da geçen “ağaç” kavramının kökenidir (b). Zerdüştlük’te -veya Mazdeizm’de- Zerdüşt için şu ifade geçer: “O gökte doğdu ve yere indi. Parıl parıl nur içinde parlıyordu.”. İncil: Yuhanna’ya Gelen Vahiy -veya Vahiy-: (Özet: -bölüm 1’den- 1,2,3,10-13,17,18 İsa öldükten sonra İsa’dan vahiy alan Yuhanna, İsa’yı gördüğünde şunu diyor:) 1:16 … Yüzü bütün gücüyle parlayan güneş gibiydi. (c). (a) Bu sitedeki yazılarıma bk. 128, 130, 131 ve 151. konu; (b) Bu ve daha fazlası için bu sitedeki yazılarıma bk. 149 ve 151. konu; (c) Bu sitedeki yazı(ları)ma bk. 272. konu -veya bk. 342. konu-.

 

Kur’an Tanrı’yı anlatırken o bölgedeki insanların kültürünü dikkate almıştır. İslam içinde oluşturulmuş Esma-ül Hüsna’da Tanrı’nın 99 ismi geçer. Bu tanımlarda Tanrı hem cezalandırıcı hem de sevgi verici olarak anlatılır, hem serbest bırakıcıdır hem de zorla yaptırır. Bu tanımlardan/isimlerden, o, intikam alandır; o, çokça şükredendir; o, inanandır, anlatımları ilginçtir. Kur’an’da yine, kâfirlerin düşmanı, yaratanların en iyisi, hesapları seri şekilde gören, tuzak kuranların en hayırlısı, ölüleri dirilten, intikam alan gibi onu anlatan tanımlamalar bulunur. Bunlar sıradan bir krala verilebilecek değerler gibi görünebilir.

Halil Hacımüftüoğlu, Ankara İlahiyat Fakültesi’nde doktora yapmıştır. Doktora tezinin adı “Kral Tanrı: Allah’ın Krallığı”dır. Yüksek lisans tezinin adı da “Türkçe Kur’an Tercümelerinde Metod Sorunu”dur. Müftüoğlu “Kral Tanrı: Allah’ın Krallığı” adlı kitabında şunları söyler: Özetle, Kur’an’a göre Allah evrenin ve insanın sahibi, efendisi, kralı, hamisidir. Göklerin ötesinde bulunan bir tahta sahiptir ve tahtın elleri, ayakları, kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Krallığına hiç kimseyi kabul etmez ve ortağı yoktur. Bu gerçek kralın, yakın bir mahiyeti, yüksek konseyi, kulları, hizmetkârları, köleleri, kâtipleri, askerleri ve orduları bulunmaktadır. Töre-kural koyucudur. Evreni töresiyle idare eder. İnsanlar onun yeryüzündeki ardılıdır. Allah, bulutların gölgelerinin ardından gelerek insana mesaj ulaştırmak için yeryüzüne inmez, önceden elçiler/haberciler seçer, bu elçiler de diğer elçilerden aldıkları buyrukları, mektupları, fermanları kitap olarak onun adına insanlara iletir.⋅ Kur’an’da Tanrı bir kral gibi tasvirlenmektedir. Allah’ın Krallığı motifi Tevrat’ta uzun uzun, açık bir şekilde anlatılır. Tevrat, İncil ve Kur’an’daki bu motif ete kemiğe bürünen bir Tanrı’dır.[95] (Not[96])

Yine Kur’an’da onun için, yanda olma, iki elinin arasında olma, göz ve ayağının olması, gelmesi-gitmesi, oturması, doğrudan konuşması, insanla sözleşmesi, yemin etmesi, kıyamet günü 8 meleğin onu ve tahtını taşıması gibi, insan gibi, nitelendirmeler söz konusudur. Ayrıca sahih hadis kitaplarında Tanrı’nın boy uzunluğunun ve şeklinin anlatılması mevcuttur.[95] (Doğrudan konuşma[97] ve Hz. Mûsâ[98])

___________________
[95] Hasan Aydın, “Klasik İslam…”, ags.
[96] Kur’an’ın gerçek çevirisi Hacımüftüoğlu’na göre budur. (Doktora tezi ile kitabı aynıdır).
[97] Doğrudan konuşmaya örnek olarak şunlar verilebilir. Kur’an: Araf: 12- (Allah) Dedi: ‘Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?’; 24- (Allah) Dedi ki: ‘Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır.’ (a); Mümin: 60- Rabbiniz dedi ki: ‘Bana dua edin, size icabet edeyim.’ (b); Taha: 10- Hani bir ateş görmüştü de, ailesine şöyle demişti: ‘Durun, bir ateş gördüm; umulur ki size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol-gösterici bulurum.’ 11- Nitekim ona gidince, kendisine seslenildi: ‘Ey Musa.’ 17- ‘Sağ elindeki nedir ey Musa?’ 18- Dedi ki: ‘O, benim asamdır; ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da var.’ 19- Dedi ki: ‘Onu at, ey Musa.’ 20- Böylece, onu attı; (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş). 21- Dedi ki: ‘Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.’ 25- Dedi ki: ‘Rabbim, benim göğsümü aç.’ 26- ‘İşimi kolaylaştır.’ (c); Kasas: 29- Böylelikle Musa, süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte yola koyulunca, Tur tarafında bir ateş gördü. Ailesine: ‘Durun, gerçekten bir ateş gördüm; umarım ondan ya bir haber ya da ısınmanız için bir kor parçası getiririm.’ dedi. 30- Derken oraya geldiğinde, o kutlu yerdeki vadinin sağ yanında olan bir ağaçtan: ‘Ey Musa, Alemlerin Rabbi olan Allah benim;’ diye seslenildi. 31- ‘Asanı bırak.’ (Attıktan hemen sonra) onun şimdi bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, arkasına dönüp bakmaksızın kaçmaya başladı. ‘Ey Musa, dön ve korkma. Şüphesiz güvendesin.’ 32- ‘Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın. Ve (her türlü) dehşetten yana kanatlarını kendine doğru çek. İşte bunlar, senin Rabbinden Firavun ve önde gelen adamlarına iki kesin-kanıt (mucize)dır. Gerçekten onlar, fasık bir topluluktur.’ 33- Dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.’ (d). (a) Bu sitedeki yazılarıma bk. 348. konu; (b) bk. 354. konu; (c) bk. 350. konu; (d) bk. 352. konu.
[98] Hz. Musa hakkında 90. dipnota bakınız.

 

İslam kuzeye yayılmadan önce Hicaz’da çeşitli akımlar oluşmuştur. Bunlar ilk mezhepler olarak Müşebbihe-Mücessime ve Selefiye fırkalarıdır. Müşebbihe/Mücessime, Allah’ı varlığa / bir cisme / insana benzetir. Selefiye’nin önderi Ahmed bin Hanbel’dir, o şöyle der: Tanrı’nın eli ve yüzü yok derseniz, küfre girersiniz; Tanrı her yerde değil, Kur’an diliyle arşının üzerindedir. Bu gelenekler 7. ve 8. yy.da da devam etmiştir ve Tanrı’yı benzetme modeli uygulanmıştır. İslam kuzeye yayılmadan -imparatorluk düzeyine erişmeden- önce yani 9. yy ve öncesinde, felsefe İslam’a girmeden önceki gelenekler bunlardı. Tanrı’nın soyutlaşması ise 9. yy. ve sonrasında “Antik Yunan Felsefesi”nin İslam’a girmesiyle birlikte Mu‘tezile -yani kelamcılar/Sünniler- ve türevleri sayesinde olmuştur. İslam’ın imparatorluk sürecinde Müslümanların hocaları, Helenistik kültürden gelen Hristiyan hocalardır. Mu‘tezile ekolü, felsefe kitaplarını okurlardı ve İslam’da ilk kader tartışmasını da bunlar başlatmıştır. Mu‘tezile “özgür irade vardır” kabulünü Hristiyanlardan edinmiş gibi gözükmektedir. Mu‘tezile elit/entelektüel bir ekoldür. Öncesindeki “insan Tanrı” motifini, Mu‘tezile, -tamamen- “soyut Tanrı” motifine dönüştürmüştür. Yanı sıra üstte anlatılan Tanrı’nın sıfatlarını da soyutlaştırmışlardır. Onlara göre Tanrı kötülük yapamaz: O, en iyiyi yapmak zorundadır.[99] (Fırka vd.[100]) (Müşebbihe-Mücessime, Selefiyye vd.[101]) (Ahmed bin Hanbel vd.[102]) (“Elit”[103])

Negatif teoloji, Tanrı’nın olumsuzlama yoluyla anlatılmasıdır. Tanrı; görünmez, konuşmaz, hiçbir şeye benzemez, mekânsızdır, zamansızdır ve benzeri. Bu anlatım İslam’dan önce gerek felsefe külliyatında gerekse de Hristiyanlıkta vardı. Mu‘tezile ekolü de bunu savunur.[99]

___________________
[99] Hasan Aydın, “Klasik İslam…”, ags.
[100] Fırka: “Fırka kelimesi (çoğulu fırak) sözlükte “ayırmak, bölmek; açıklayıp hükme bağlamak” mânalarına gelen fark kökünden isim olup insanlar arasından ayrılmış belli bir grup ve topluluğu ifade eder. Terim olarak, İslâm fikir tarihinde kendilerine has siyasî düşünce veya itikadî telakkilere sahip bulunan gruplar için “siyasî akım” (bir nevi parti) ve “itikadî mezhep” anlamında kullanılmıştır.” (a). “İtikat”: “is. (i:tika:dı) din b. 1. İnanma, inan. 2. İnanç.” (b); İtikad: “Sözlükte “güven içinde bulunmak, korkusuz olmak” anlamındaki emn (emân) kökünden türeyen îmân “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” demektir. “Sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdik etmek” mânasındaki akd kökünden türeyen i‘tikād da “iman” karşılığında kullanılır.” (c). (a) Bekir Topaloğlu, “FIRKA”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/13/C13004663.pdf> Cilt: 13, s. 35; (b) TDK, ags., “İtikat”, Güncel Türkçe Sözlük; (c) Mustafa Sinanoğlu, “İMAN”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2000, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/22/C22016424.pdf> Cilt: 22, s. 212; Erişimler: 4 Haziran 2019.
[101] Müşebbihe: “Sözlükte “benzetmek” anlamındaki teşbîh kökünden türeyen müşebbihe kelimesi “benzetenler” demektir. Terim olarak Allah’ı yaratıklara veya yaratıkları Allah’a benzeten yahut bu sonuçları doğurduğu ileri sürülen inançları benimseyenleri ifade eder.” (a). Mücessime: “Allah’ı cisim olarak düşünenleri veya O’na cismanî özellikler nisbet edenleri ifade eden bir terim.”“Sözlükte “gövdesi büyük olmak” anlamındaki cesâme kökünden isim olan cism “insan, hayvan vb.nin maddî varlığını oluşturan şey, ceset, beden” demektir. Aynı kökten türeyen tecsîm “bir şeyi cisim olarak düşünmek, onun üç boyutlu olduğunu kabul etmek” mânasına gelir. Buna göre mücessime tecsîm görüşünü benimseyen grup veya kişileri ifade eder.”“Müstakil bir fırkayı belirtmekten ziyade çeşitli gruplar içinde tecsîme dayalı anlayışları kabul edenleri niteleyen mücessime, bazı kelâm ve mezhepler tarihi kaynaklarında “müşebbihe” terimiyle eş anlamlı gibi kullanılmıştır.” (b). Selefiyye: “İtikadî konularda Kur’an ve Sünnet’in lafzına bağlı olan ve te’vili kabul etmeyen ekol.” (c) (sünnet için 102., lafız için 105. dipnota bk.). Tevil: “Naslarda yer alan bir lafza taşıdığı muhtemel mânalardan birini tercih edip yükleme anlamında terim.” (d) (nas için 105. dipnota bk.). (a) Yusuf Şevki Yavuz, “MÜŞEBBİHE”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2006, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/32/C32010464.pdf> Cilt: 32, s. 156; (b) İlyas Üzüm, “MÜCESSİME”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2006, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/31/C31010257.pdf> Cilt: 31, s. 449; Erişimler: 4 Haziran 2019. (c) M. Sait Özervarlı, “SELEFİYYE”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2009, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/36/C36011967.pdf> Cilt: 36, s. 399; (d) Yusuf Şevki Yavuz, “TE’VİL”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2012, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/41/C41016250.pdf> Cilt: 41, s. 27; Erişimler: 5 Haziran 2019.
[102] Ahmed b. Hanbel: Ms 780-855, Irak, Arap (a). “Hanbelî mezhebinin imamı, muhaddis, fakih.” (b). Fakih: “Dîn bilgini, fıkıh âlimi.” (c). Hanbeli Mezhebi: “Dört büyük Sünnî fıkıh mezhebinden biri.” (d). Ehl-i Sünnet (veya Sünnî): “Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler anlamında bir tabir.”, “Hz. Peygamber ile ashap cemaatinin dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler”; “ehl-i sünnet” ve/veya “sünnî” terimleri ve inancı -veya itikadî bir mezhep olarak- Hz. Muhammed öldükten sonra oluşturulmuştur (e). Sünnet: “Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onaylarının ortak adı, şer‘î delillerin ikincisi.”“Sözlükte “izlenen yol, yöntem, örnek alınan uygulama, örf ve gelenek” mânalarındaki sünnet kelimesinin terim anlamı fıkıh, fıkıh usulü, hadis ve kelâm ilimlerinde farklılıklar göstermekle birlikte bunların hepsi Resûl-i Ekrem’le ilişkili olma veya onun yolunu izleme noktasında birleşir.” (f). Sahâbe: “Hz. Peygamber’in sohbetine katılanlar anlamında bir terim.”, “Sahâbî, sahâbe ve ashap kelimeleri İslâmiyet’le birlikte, Resûl-i Ekrem’i görüp ona inanan kimseler için kullanılmaya başlanmıştır.”. “Sahâbenin sayısı hakkında kaynaklarda kesin bilgi bulunmamaktadır. (…) Medine döneminde Resûlullah’ın emriyle bir nüfus sayımının yapıldığı bilinmekteyse de bunun ne zaman gerçekleştiği konusunda kesin bilgi bulunmadığı gibi sayım sonunda elde edilen rakamlar da 500, 600-700 arası ve 1500 gibi farklı rakamlarla nakledilmiştir. 8 (630) yılında Mekke’yi fetheden orduda 10.000 sahâbînin bulunduğu rivayet edilmektedir. (…) Bu konuda daha gerçekçi bilgilere ulaşabilmek için sahâbîlerin biyografilerine dair eserlerdeki rakamları esas almak gerekir. Bu alandaki eserlerin en kapsamlısı İbn Hacer el-Askalânî’nin el-İṣâbe fî temyîzi’ṣ-ṣaḥâbe’si olup bir sayıma göre burada 12.304 isim yer almaktadır. Ancak eserde geçen mükerrerler, muhadramlar ve yanlışlıkla sahâbî diye zikredilenler çıkarıldığı takdirde adı bilinen sahâbe sayısı 10.000’i geçmez.” (g). (a) Wikipedia Contributes, “Ahmad ibn Hanbal”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, <https://en.wikipedia.org/wiki/Ahmad_ibn_Hanbal>; (b) M. Yaşar Kandemir, “AHMED b. HANBEL”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1989, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/2/C02015483.pdf> Cilt: 2, s. 75; (c) Hayreddin Karaman, “FAKİH”, DİA, agm. -27. dipnotta bk.-, Cilt: 12, s. 126; (d) Ferhat Koca, “HANBELÎ MEZHEBİ”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1997, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/15/C15005465.pdf> Cilt: 15, s. 525; Erişimler: 22 Ağustos 2015. (e) Yusuf Şevki Yavuz, “EHL-i SÜNNET”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/10/C10004020.pdf> Cilt: 10, s. 525, 526; (f) Murteza Bedir, “SÜNNET”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2010, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/38/C38016189.pdf> Cilt: 38, s. 150; (g) Mehmet Efendioğlu, “SAHÂBE”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2008, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/35/C35011687.pdf> Cilt: 35, s. 491, 492; Erişimler: 5 Haziran 2019.
[103] “Elit” (seçkin): “sf. 1. Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, mümtaz, güzide, mutena. 2. Bir toplumda saygın ve etkin mevkilerde bulunan ve toplumun eğitim, ekonomi, siyaset, askeriye, din, sanat vb. alanlarıyla ilgili etkinliklerin denetimini elinde tutan (kişi veya grup), elit.” (a), “Bir toplumun büyük kesimini oluşturan halk kütlesi dışında kalan küçük bir aydın kesiminden oluşan kütle.” (b). (a) TDK, ags., “Seçkin”, Güncel Türkçe Sözlük; (b) TDK, ags., “Seçkin”, BSTS – Halkbilim Terimleri Sözlüğü; Erişimler: 5 Haziran 2019.

 

Eş‘ari mezhebi/ekolü, önceleri Mu‘tezile’de yer alan Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî tarafından kurulmuştur. Bu ekol Selefiliğe yakındır. Hz. Ömer ve Eş‘arî’ye göre Kur’an, Mekke şairlerinin dilini kullanır. Mu‘tezile ve Eş‘arilik, Hicaz’dan uzak, kuzeyde oldukları için Kur’an dilinden de uzaklaşmışlardır. Eş‘arî’den sonra Eş‘arilik, özellikle Gazzâlî’den sonra Mu‘tezile ekolüne yanaşmıştır. Gazzâlî, Eş‘ari kelam ekolünün zirvesini temsil eder. Kendisi tasavvufla da birleştirmeler yapmıştır. Ona göre Kur’an’ın bu maddi söylemleri halka seslenmek içindir. Çünkü halk her şeyi anlayamaz ve idrak düzeyi de budur. Seçkinlere de seslenilir, onun benzeri yoktur, söylemleri gibi.[104] (Eş‘arî, Ebü’l-Hasan vd.[105])

Gazzâlî, Tanrı’yı bilmek mümkün müdür, diye sorar ve cevaplar: Bir şeyi ya doğrudan ya da dolaylı olarak bilirsiniz, eğer Tanrı olursanız onu bilirsiniz, bu yüzden Tanrı’yı Tanrı’dan başkası bilemez, bu doğrudan yoldur. İkincisi ise dolaylı yol, burada benzetme yaparak bilmeye çalışırsınız ama bu tam anlamıyla bilinmiş olmaz, olsa olsa sadece kuruntu ve sanı olur, der ve ekler: Kur’an sanıdan ibarettir.

İslam filozoflarının neredeyse hiçbirinin Tanrı tasarımları Kur’an’la bağdaşmaz. Onların tanımları felsefiktir. Tanrıları, Aristoteles’in Tanrı’sıdır. Fârâbî’ye göre ilk mevcut diğer mevcutların sebebidir, onun varlığında yokluk yoktur, varlık ve yokluk bu dünya içindir; sadece Tanrı vücuttur, diğer her şey navücuttur. İbn Sînâ da aynı şeyleri söyleyerek, onun amacı yoktur, deyip negatif teolojiyi savunur. Bu filozoflara göre Tanrı bu dünyanın dışındadır, evrenin ilk nedenidir / yaratıcısıdır, kötülük onda bulunmaz, o sırf mükemmeldir, sırf akıldır, tanımsızdır, tamamen soyuttur. İnsanda varlık ve öz ayrı iken onda birdir. Onun yokluğunu düşünmek nesneler dünyasının yokluğudur ki bu da saçmalamak olur. Bu gelenekle beraber Tanrı tamamen soyutlaşmış olur.[104]

___________________
[104] Hasan Aydın, “Klasik İslam…”, ags.
[105] Eş‘arî, Ebü’l-Hasan: Ms 874-936, Irak, Arap (a). “Eş‘ariyye mezhebinin kurucusu.” (b). Eş’ariyye Mezhebi: “Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî tarafından kurulan kelâm mektebi.”, Kurucusundan adını alan bu mezhebin “ilâhî sıfatlar, kulların fiilleri ve iman-günah konularına dair görüşleri” vardır, “Eş‘arî’nin, Mâverâünnehir’de Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Mısır’da Ebû Ca‘fer et-Tahâvî’ye paralel olarak, yaşadığı devirde Ehl-i sünnet’in imamı sayılan Ahmed b. Hanbel’in naslardan belirleyip savunduğu itikadî esasları, daha önce Ebû Hanîfe ile İbn Küllâb’ın yaptığı gibi akıl ilkeleriyle teyit edip uzlaştırmaya çalışmasından sonra İslâm düşünce tarihinde yeni bir dönem başlamış ve kelâm ilmi Ehl-i sünnet âlimlerince meşrû kabul edilerek temel dinî ilimlerden biri haline gelmiştir. Eş‘arî’nin Ehl-i sünnet akaidini kelâmî metotla savunması büyük yankılar uyandırmış, Şâfiî ve Mâlikî âlimlerinin pek çoğu ile bazı Hanefî ve Hanbelî âlimleri onun metodunu benimseyip geliştirmeye başlamışlardır. Eş‘ariyye’nin kısa zamanda geniş bir yelpazeye yayılıp Ehl-i sünnet’in en büyük kolu haline gelişinde nakille aklı birleştiren mutedil bir metot kullanmasının ve mensuplarının tasavvufa olumlu bakmasının önemli rol oynadığı kabul edilir.” (c). Nas: “Genelde, hüküm kaynağı olması yönüyle Kitap ve Sünnet’in ifadeleri anlamında, fıkıh usulünde lafzın açıklık düzeyini belirtmek üzere kullanılan bir terim.”“Sözlükte “sözü sahibine kadar götürmek, bir şeyi açığa çıkarıp daha görünür hale getirmek için yukarı kaldırmak, bir şeyin son sınırına ulaşmak” gibi anlamlara gelen nas kelimesi İslâm ilimlerinde yaygın olarak iki anlamda terimleşmiştir. Bunlardan ilk akla geleni genel kullanımıdır ki Allah’ın” (veya Kur’an’ın) “ve Hz. Peygamber’in sözünü ifade eder. İkincisi fıkıh usulünde açıklık bakımından yapılan lafız ayırımında kullanılan anlamıdır.” (d). Lafız: “İnsan ağzından çıkan anlamlı anlamsız ses ve ses grupları ile onları ifade eden harf ve harf gruplarının oluşturduğu remizlere lafız denir. Bu sesler bir anlamı simgeliyorsa kelime (sözcük) ve kelâm (söz) adını alır.” (e). Remiz: “Dolaylı anlatım biçimlerini ifade eden bir terim.”, “üstü kapalı anlatım” (f). (a) Wikipedia Contributes, “Abu al-Hasan al-Ash’ari”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, <https://en.wikipedia.org/wiki/Al-Ash%27ari>; (b) İrfan Abdülhamîd Fettâh, “EŞ‘ARÎ, Ebü’l-Hasan”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1995, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/11/C11004281.pdf> Cilt: 11, s. 444; Erişimler: 22 Ağustos 2015. (c) Yusuf Şevki Yavuz, “EŞ‘ARİYYE”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1995, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/11/C11004282.pdf> Cilt: 11, s. 447, 448; (d) H. Yunus Apaydın, “NAS”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2006, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/32/C32010593.pdf> Cilt: 32, s. 391; (e) Sedat Şensoy, “LAFIZ”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2003, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/27/C27016272.pdf> Cilt: 27, s. 42; (f) İsmail Durmuş, “REMİZ”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2007, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/34/C34016053.pdf> Cilt: 34, s. 556; Erişimler: 5 Haziran 2019.

 

Tasavvuftaki Tanrı yaklaşımları; Hallâc-ı Mansûr, Muhyiddin İbn Arabî, Mevlânâ, Yûnus Emre gibi düşünürlerde vardır. Onları, Tanrı nurdur, diyen Kur’an söylemi etkilemiştir. Öldürdüğün zaman sen öldürmedin, Kur’an’ın Hz. Muhammed’e söylediği bu söz de onlarda etkilidir.[106] (Hallâc-ı Mansûr, Tasavvuf vd.[107]) (İbnü’l-Arabî, Muhyiddin[108]) (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî vd.[109]) (Yûnus Emre vd.[110])

___________________
[106] Hasan Aydın, “Klasik İslam…”, ags.
[107] Hallâc-ı Mansûr: MS 858’de İran’da doğdu, MS 922’de Irak’da öldü, İranlı (a). “Tasavvufun gelişmesine önemli katkılarda bulunan ünlü mutasavvıf.” (b). Tasavvuf: “İslâm’ın zâhir ve bâtın hükümleri çerçevesinde yaşanan mânevî ve derunî hayat tarzı.” (c). Batın İlmi: “Gizli hakikatleri konu alan ve bu yolla insanı mânevî kurtuluşa ulaştırdığına inanılan ilim.”, “İslâm’da zâhir ve bâtın olmak üzere iki bilgi türünün bulunduğu görüşü ilk defa Şiîler tarafından ortaya atılmıştır.”, Hz. Ali hayattayken ve ölümünden sonra bazı kişiler ve Şiiler batıniliğin kökenini Hz. Ali’ye götürür (d). Şia (Şii): “Hz. Peygamber’in vefatından sonra devlet yönetiminin Hz. Ali’ye ve onun soyundan gelenlere ait olduğu düşüncesi etrafında birleşen çeşitli grupların ortak adı.” (e). Mutasavvıf: “Tasavvufî hayat tarzını benimseyen ve bu yolla Hakk’ın yakınlığını kazanmaya çalışan kişi.”, 8. “yüzyılda bazı âbid ve zâhidlere sûfî denilmeye başlanmıştır. İlk defa bu sıfatla tanınan kişinin Ebû Hâşim el-Kûfî olduğu kaydedilmektedir. Aynı yüzyılın sonlarına doğru âbid ve zâhidlerin tuttuğu yolu belirtmek için sûfî kelimesiyle aynı kökten türeyen tasavvuf kelimesinin kullanımı yaygınlık kazanmış, bu yolun mensuplarına genellikle ehl-i tasavvuf, bazan da mutasavvıf adı verilmiştir.” (f); Ebu Haşim el-Kûfî 767 yılında ölmüştür (g). Ebû Hâşim el-Kûfî, bir Şia muhiti olan Irak’ın Küfe şehrinde doğmuş, Şam’a gitmiş ve Filistin’deki Remle’ye yerleşmiştir (h). Şarkiyat (Oryantalizm): “Din, dil, bilim, düşünce, sanat, tarih gibi alanlarda Doğu dünyasını inceleyen ve Doğu hakkında değer yargıları üreten Batı kaynaklı kurumsal faaliyet.” (i). (Bu kısmı önemli gördüğümden doğrudan alıntıyı fazla yaptım): “Özellikle şarkiyatçı bakış açısını benimseyenler tarafından tasavvufun kaynağının İslâm dışında aranması gerektiği ileri sürülmekte, Hıristiyanlık, gnostisizm, Fars ve Hint mistisizmi yahut Yeni Eflâtunculuk’tan etkilenerek doğduğu iddia edilmektedir. Tasavvufun Hint kaynaklı olduğunu söyleyenlerin en önemli referans kaynağı, tasavvuf ile Hint inançları arasındaki benzer noktalara işaret eden Bîrûnî’nin Taḥkīḳu mâ li’l-Hind adlı eseridir.”, “Hint kaynağı üzerinde duranlar Sir William Jones, John Malcolm, James William Graham, De Lacy Evans O’leary, Robert Charles Zaehner gibi” uzmanlardır. “Sir William Jones Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hâfız-ı Şîrâzî, Sa‘dî-i Şîrâzî gibi sûfî şairlerin şiirlerini Vedanta’larla karşılaştırarak bu kanaate varmış, James William Graham özellikle tecellî ve sudûr anlayışı açısından, De Lacy E. O’Leary de fenâ anlayışı noktasından bunu öne sürmüştür.” (fenâ ∼ Budizm Nirvana vs.). “David Samuel Margoliouth ise tasavvufun Hint mistisizmi ile benzerliğini yüzeysel bularak esas kaynağın Hıristiyanlık’taki ruhbanlığın teşkil ettiğini ileri sürmüştür. Tecellî ve sudûr anlayışının Hint kaynaklı olduğunu söyleyen James William Graham da amelden çok imana değer verip şeriata yönelmemeleri açısından tasavvufla Hıristiyanlık arasında benzerlik kurmuş, tasavvuftaki zühd hayatını İncil’in etkisine bağlamıştır. Bazı sûfî sözlerindeki benzerlik dolayısıyla von Kremer, ruhî hayat ve fakr anlayışı sebebiyle Goldziher, yün (sûf) giymenin tercih edilmesi dolayısıyla Theodor Nöldeke tasavvufla Hıristiyanlık arasında irtibat kurmuştur. Wensinck, Miguel Asin Palacios, De Lacy E. O’leary ve Margaret Smith Hıristiyanlık etkisi üzerinde duran diğer şarkiyatçılardır. Tasavvufun İran kaynaklı olduğunu söyleyenlerin temel dayanağı, dış görünüşe önem veren ve felsefî tefekkür konusunda kabiliyetsiz sayılan Araplar’ın böyle bir sistemi ortaya koyamayacağı, bunun ancak İran’ın kuzey kısmında yaşayan Aryalılar’ın (Ârî) etkisiyle gerçekleşmiş olabileceği tezidir. Bu görüş F. A. D. Tholuck, Edward Henry Palmer, Comte de Gobineau, Ernest Renan gibi birçok şarkiyatçı tarafından savunulmuştur. Richard Hartmann ise Mani edebiyatında hak ve sıdk kelimelerinin çok sık kullanılmasından yola çıkarak bu iki hususa vurgu yapan tasavvufun eski İran dinlerinden Maniheizm’in etkisinde kaldığını iddia etmiştir.”. “Yeni Eflâtunculuğun etkisinden söz eden şarkiyatçılar genellikle tasavvufun İslâmî kökene sahip olduğunu kabul etmekte, ancak zaman içinde bu felsefenin etkisine mâruz kaldığını belirtmektedir. Edward H. Whinfield, Edward Granville Browne, Reynold Alleyne Nicholson gibi şarkiyatçılar tarafından dile getirilen bu görüşü özellikle Whinfield, sûfîlerin akıl üstü tecrübelerini akla dayalı bir şekilde ifade edebilmeleri için Yeni Eflâtunculuk’tan yararlanmaları şeklinde formüle etmiştir. Julian Baldick’e göre Yeni Eflâtunculuk önce Hıristiyanlığı etkilemiş, daha sonra Hıristiyanlığın etkisiyle doğan tasavvufa geçmiştir. Duncan Black Macdonald’a göre ise Doğu sûfîleri Budizm’in zühd anlayışından, Batı sûfîleri hıristiyan ruhbanlığından etkilenmiş, tasavvufun teorik yönünü de Yeni Eflâtunculuk felsefesi oluşturmuştur.”. “Max Horten ve Richard Hartmann gibi şarkiyatçılar … İbrâhim b. Edhem, Şakīk-ı Belhî, Bâyezîd-i Bistâmî, Yahyâ b. Muâz er-Râzî gibi sûfîlerin Arap olmayışından yola çıkarak tasavvufun Türk ve Hint kökeninden geldiğini ve Horasan’da çıkıp yayıldığını iddia etmişlerdir. Tasavvufa Taoculuğun etkisinden söz edenler de olmuştur.”. “İslâm, Hint ve Çin tasavvuf doktrinlerini entelektüel seviyede ele alan René Guénon, Hint ve Çin mistisizmiyle İslâm tasavvufu arasında temel çizgi ve fikirler bakımından benzerlik bulun”duğunu belirtmiştir. (c). “…tasavvufun beşiğinin İran olması ve ilk mutasavvıfların ekseri İran’dan çıkması…”. Konu dışı olacak biliyorum ama şu cümleyi eklemeden geçemezdim: “Selçuklu birikimi üzerinden Horasan kaynaklı tasavvuf hareketi/eğilimi, Anadolu’nun İslamlaşmasında maya rolü oynamıştır.” (j). Tasavvuf teriminin anlam ve dil bilgisi açısından genel kabul görmüş etimolojik oluşumu şu şekildedir: Sûf, yün veya yün elbise demektir, “ucuz bir giyecek sayıldığı için gurura yol açmayan” ve “bir tevazu sembolü olan” bu elbiseyi giyen –“dinin hükümlerine büyük bir dikkatle” uyan / yerine getiren âbid ve zâhidlerin- ve “her an Allah’la birlikte olma ve gafletten sakınma gayret”i gösteren- derunî kişilerin “…sûfî diye anılmaya başlandığı ve onların bu hayat tarzını ifade için sûf kelimesinden “tasavvefe” (yün giydi) fiilinin türetildiği, tasavvuf tabirinin bu fiilin masdarı olarak kullanıldığı … genel kabul görmüştür. Tasavvuf yolunu benimseyenlere sûfî, ehl-i tasavvuf veya mutasavvıf adı verilmiştir.” (c). Âbid: “Âhiret saadetinin ibadetle kazanılacağına inanarak kendisini ibadete veren samimi dindar.” (k). Zühd (veya zahid): “Kulun Hakk’ın dışındaki her şeyi terketmesi anlamında bir tasavvuf terimi.”, “Zühd kavramı genellikle dünyaya karşı olumsuz tavır ve davranışların bütününü ifade eder. Dünya malına, makama, mevkiye, şan ve şöhrete önem vermeme; azla yetinme, çokça ibadet etme, âhiret için hayırlı işlere yönelme zühdün bazı göstergeleridir.” (l). “İlâhî hakikate ve kurtuluşa ermek amacıyla seküler dünyaya ait her türlü nimetten uzak durulması gerektiğini öngören bir tutum veya yorum olarak zühd anlayışı neredeyse bütün dinlerde mevcuttur. Zühd ağırlıklı dinî yorum geleneği büyük oranda mistik, gnostik ve bâtınî unsurlardan beslen”mektedir (m). (a) Wikipedia Contributes, “Mansur Al-Hallaj”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, <https://en.wikipedia.org/wiki/Mansur_Al-Hallaj>; (b) Süleyman Uludağ, “HALLÂC-ı MANSÛR”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1997, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/15/C15005377.pdf> Cilt: 15, s. 377; (c) Reşat Öngören, “TASAVVUF”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/40/C40013055.pdf> Cilt: 40, s. 119, 124; (d) Süleyman Uludağ, “BÂTIN İLMİ”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1992, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/5/C05001878.pdf> Cilt: 5, s. 188; Erişimler: 23 Ağustos 2015. (e) Mustafa Öz, “ŞÎA”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2010, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/39/C39023595.pdf> Erişim: 5 Haziran 2019, Cilt: 39, s. 111. (f) Süleyman Uludağ, “MUTASAVVIF”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2006, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/31/C31010201.pdf> Erişim: 23 Ağustos 2015, Cilt: 31, s. 379. (g) Mustafa Altunkaya, “Bazı Şiî Kaynaklarda ‘Tasavvuf’”, Turkish Studies, Cilt: 11, Sayı: 5, Kış 2016, <http://isamveri.org/pdfdrg/D03262/2016_5/2016_5_ALTUNKAYAM.pdf> s. 5. (h) Hasan Kâmil Yılmaz, “Ebû Hâşim Sûfi”, Altınoluk, Sayı: 4, Haziran 1986, <https://dergi.altinoluk.com/index2.php#sayfa=yillar&MakaleNo=d004s023m1> s. 23; (i) Yücel Bulut, “ORYANTALİZM”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2007, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/33/C33010974.pdf> Cilt: 33, s. 428; Erişimler: 5 Haziran 2019. (j) Mustafa Altunkaya, “Bazı Şiî Kaynaklarda Tasavvufun Yeri”, Doğu Esintileri: İranoloji, Fars Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 5, Temmuz 2016, <https://dergipark.org.tr/download/article-file/254238> veya <http://www.doguesintileri.com/sayi-5.html> s. 176, 180; (k) Süleyman Uludağ, “ÂBİD”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1988, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/1/C01000374.pdf> Cilt: 1, s. 307; (l) Semih Ceyhan, “ZÜHD”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2013, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/44/C44016207.pdf> Cilt: 44, s. 530; (m) Kürşat Demirci, “ZÜHD” (Diğer Dinlerde), TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2013, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/44/C44016208.pdf> Cilt: 44, s. 533; Erişimler: 6 Haziran 2019.
[108] İbnü’l-Arabî, Muhyiddin: MS 1165’de İspanya’da doğdu, MS 1240’da Suriye’de öldü, Endülüsi-Arap (a)(b). “Tasavvuf ve İslâm düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif.” (b). “Müellif”: “is. Yazar.” (c). (a) Wikipedia Contributes, “Ibn Arabi”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, <https://en.wikipedia.org/wiki/Ibn_Arabi>; (b) Mahmud Erol Kılıç, “İBNÜ’l-ARABÎ, Muhyiddin”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1999, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/20/C20015935.pdf> Cilt: 20, s. 493, 494; (c) TDK, ags., “Müellif”, Güncel Türkçe Sözlük; Erişimler: 23 Ağustos 2015.
[109] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî: MS 1207’de Afganistan-Tacikistan sınırında doğdu, MS 1273’de Konya/Türkiye’de öldü, İranlı/Persli/Farsi (a). (Şahsın; İranlı mı Türk mü Arap mı gibi konularda “tarafsızlık açısından” İngilizce Wikipedia’ya başvurulmuştur. Şahsın, doğduğu yer bilgisi ile de hangi kültürle beslendiği/kavrulduğu belirtilmiştir.) Medrese müderrisi, “Mevleviyye tarikatının kurucusu, mutasavvıf, âlim ve şair.” (b). Medrese: “İslâm tarihinde eğitim ve öğretim kurumlarının genel adı.” (c). Tarikat: “Tasavvufta Hakk’a ulaşmak için benimsenen usul, tutulan yol.” (d). “Mevlânâ Celâleddîn Rûmî… 1207’de Belh’de doğmuştur.”, “Annesi Belh emiri Rukneddîn’in kızı, Mü’mine Hâtun’dur.”, “Babası Bahâeddin Veled, Necmeddin Kübrâ’dan feyz almış, Belh’te vaaz ve nasihat ile meşgul olan, büyük kitlelere hitap eden bir bilgindi. Bahâeddin Veled’in, dönemin büyük bilginlerinden Fahreddin Râzî ile aralarındaki yaklaşım ve düşünce ihtilâfları ve toplumsal bir kargaşadan çekinmesi sebebiyle, bâzı rivâyetlere göre de yaklaşan Moğol tehlikesini dikkate alarak Belh’ten göç etmeye karar verdiği anlaşılmaktadır. Başlangıcı 1212-1213 yıllarına rastlayan bu göç; Bağdat ve Kûfe üzerinden hac görevinin yerine getirilmesi için Mekke, dönüş yolunda da Şam, Malatya, Erzincan ve Akşehir üzerinden Lârende’ye (Karaman) kadar uzanmaktadır.”, “Selçuklu sultanı I. Alâeddin Keykubad’ın dâveti üzerine Bahâeddin Veled’in âilesi ve yakınları ile birlikte 1228’de Konya’ya geldiği ve Altunapa Medresesi’ne yerleştiği bilinmektedir. Bahâeddin Veled, Konya’da ders vermek ve vaaz etmekle meşgul olmuştur. Bilinen tek eseri tasavvufî hakîkatları anlattığı Maârif adlı eserdir. Bahâeddin Veled gerek ilmî, gerekse toplumsal bakımdan yüksek bir şahsiyete sâhiptir. Mevlânâ 1207’de doğduğu zaman o, altmış yaşında idi. Bu îtibârla “onun ilmi, çevresi, mücâdele ve tecrübeleri Mevlânâ’nın ilk mektebidir” denilebilir. Bahâeddin Veled, 1231 yılında vefat etti.” (e). “Horasan tarihte İran’ın kuzeydoğusunda yer alan çok geniş bir coğrafî bölgenin adı idi. Günümüzde bölgenin toprakları üç parçaya ayrılmış olup Merv (Mari), Nesâ ve Serahs yöresi Türkmenistan, Belh ve Herat yöresi Afganistan, kalan kısmı da İran sınırları içinde bulunmaktadır. En geniş kesim İran’ın elindedir ve adı geçen iki devletle İran’ın diğer eyaletlerinden Mâzenderan, Simnân, Yezd, Kirman, Belûcistan ve Sîstan’la çevrilidir; idarî merkezi aynı zamanda dinî bir merkez olan Meşhed’dir ve eyalete (ustân) Meşhed, İsferâyin, Bucnurd, Bircend, Tayyibat, Türbeticâm, Türbetihaydarî, Darrıgaz, Sebzevâr, Şirvan, Tabes, Firdevs, Kâbnât, Kûçân, Kâşmir, Gunâbâd ve Nîşâbur vilâyetleri (şehristan) bağlıdır.” (f). (a) Wikipedia Contributes, “Rumi”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, <https://en.wikipedia.org/wiki/Rumi>; (b) Reşat Öngören, “MEVLÂN CELÂLEDDÎN-i RÛMΔ, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2004, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/29/C29009591.pdf> Cilt: 29, s. 441, 442; Erişimler: 24 Ağustos 2015. (c) Nebi Bozkurt, “MEDRESE”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2003, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/28/C28023734.pdf> Cilt: 28, s. 323; (d) Reşat Öngören, “TARİKAT”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/40/C40023577.pdf> Cilt: 40, s. 95; Erişimler: 6 Haziran 2019. (e) Sâfi Arpaguş, “Mevlâna Celâleddin Rûmî (1207-1273)”, İstem, Yıl: 5, Sayı: 10, 2007, <https://dergipark.org.tr/download/article-file/260727> s. 93, 94; (f) Osman Çetin, “HORASAN”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1998, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/18/C18006037.pdf> Cilt: 18, s. 234; Erişimler: 7 Haziran 2019.
[110] Yûnus Emre: MS 1238-1320, Eskişehir civarı / Türkiye, Türk (a). “Mutasavvıf Türk şairi.”. Az medrese eğitimi, çok tekke eğitimi almıştır. Tapduk Emre’nin tekkesinde yetişmiştir. Bu tekke, Nallıhan/Ankara (Batı Karadeniz, Sakarya Nehri civarındadır). Yûnus, nefsi terbiye için ve/veya kendini geliştirmek için; Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve Anadolu’nun pek çok ilini gezmiştir. O dönemdeki düşünürler, bu tür gezileri yaparlardı (b). Tekke: “Bir şeyhin yönetiminde tasavvuf eğitiminin verildiği mekân.” (c). Tapduk Emre’nin “Horasan’dan Anadolu’ya geldiği tahmin edilmektedir.” (d). “Türkiye Selçukluları, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde, demografik yapıda, sosyal, kültürel ve dinî alanlarda Orta Asya etkisi uzun süre devam etmiştir. Bunda, şüphesiz XI. yüzyılda başlayıp XIII. yüzyıl boyunca devam eden … göç dalgalarının büyük rolü olmuştur.”“XI-XII. Yüzyıllardaki Göçler: …Türkmen göçü batı yönünde başlamış ve Türk nüfusu Anadolu’nun ortalarına kadar yayılmıştır. …ve Anadolu’ya özellikle Azerbaycan üzerinden yoğun bir nüfus akışı olmuştur. (…) XI. yüzyıldaki göç dalgalarıyla Anadolu’ya gelen Türklerin… Geldikleri coğrafyadan kültürlerini, inançlarını ve yaşayış tarzlarını getiren bu kitleler, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında önemli rol oynamışlardır. (…) XII. yüzyıl göçlerinin, önceki göç dalgalarına göre en belirgin özelliği, bu dönemde göçebelerin yanı sıra; şehirliler, tüccarlar, sanatkârlar, ilim adamları ve mutasavvıfların da Anadolu’ya gelmiş olmalarıdır. Bu zümrelerle beraber bir kısım Fars unsurlar da Selçuklu topraklarına gelmiştir. Siyasî istikrarın tesis edildiği II. Kılıçarslan zamanında (1155-1192) ilk medreselerin kurulduğu ve saray çevresinde bir kısım âlim, edip ve şairlerin toplandığı dikkat çekmektedir. (…) Moğol İstilasının Neden Olduğu XIII. Yüzyıl Göçleri: XIII. yüzyılda bütün Asya’yı kasıp kavuran Moğol istilâsı, bu coğrafyada varlığını sürdürmekte olan pek çok devletin siyasî açıdan sukûtuna neden olduğu gibi; sosyal, kültürel ve ekonomik yönlerden de telâfisi mümkün olmayan tahribata yol açmıştır. …Anadolu’ya yönelik göçü olmuştur. (…) Göç dalgalarıyla gelenler arasında, her sınıftan halk ile birlikte; ilim, din ve sanat erbabı da bulunmakta idi. (…) …göçler, XIII. yüzyıl Anadolusunun sosyal, kültürel, ilmî ve dinî hayatında da büyük ölçüde değişmelere ve ilerlemelere neden oldu. Mâverâünnehir, Hârezm ve Horasan gibi bölgelerden gelen ilim erbabı, mutasavvıf ve sanatkârlar geldikleri muhitlerin kültürel birikimini Anadolu’ya getirdiler. (…) Özellikle, XIII. yüzyılda Konya’da şöhretli âlim ve mutasavvıfların toplanmış olması, civar memleketlerden daha pek çok ilim ve tasavvuf erbabının Anadolu’ya gelmesine vesile olmuştur. Bu zümrelerin Anadolu’ya olan göçleri, XIII. yüzyıldan sonra da devam etmiştir. (…) …Beylikler dünyasında… bu dönemde ortaya çıkan ilmî ve kültürel rekabetin neticesinde çoğu şehir, birer ilim ve kültür merkezi hâline gelmiştir. (…) Gerek Beylikler; gerekse Osmanlılar dönemindeki söz konusu gelişmelere bağlı olarak, Arap memleketlerinden ve Orta Asya’dan pek çok âlim, mutasavvıf, edip, şair ve sanatkâr Anadolu’ya gelmiştir.” Baktığım kaynakta Orta Asya; Mâverâünnehir, Hârezm, Horasan gibi bölgeler ve civarları olarak ele alınmış. “Türkiye Selçuklu Devleti’nin ikbal devri sultanı Alâeddin Keykubâd, yüksek kültürü, bilgisi, ilim erbabına karşı son derece himayeci tutumu ile tanınıyordu. Moğol istilâsı önünden kaçan çok sayıda… âlim, edip, şair, mutasavvıf ve sanatkâr, Anadolu’ya gelerek onun himayesine girmiştir. Nitekim, ünü asırlar ötesine taşan Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin babası Bahâeddin Veled, sultanın daveti üzerine Konya’ya gelip yerleşmişti. Burhaneddin Tirmizî, Siraceddin Urmevî, Kadı Hutenî, Nasıreddin Mahmud el-Hoyî (Ahi Evren), Mecdeddin Merendî (Baba Merendî), Şemsi Tebrizî, Necmeddin Nahcevânî, İzzeddin Urmevî, Bedreddin Tebrizî, Necmeddin Râzî, Müeyyeddin Cendî, Emineddin Tebrizî, Sadeddin Fergânî, Taceddin Hoyî ve Ahmed b. Mahmud Tûsî de, yine XIII. yüzyılda Konya’yı mesken tutan tanınmış ilim ve tasavvuf erbabındandı.”“Türkiye Selçukluları döneminde, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelerek mensubu olduğu tarikatları yaymaya çalışan pek çok tasavvuf erbabına rastlanmaktadır. Bunlardan, Horasan Melâmetiyye mektebine mensup olan ve yüksek tasavvufu temsil eden mutasavvıflar, genellikle Ahlat, Erzurum, Bayburt, Sivas, Tokat, Amasya, Kırşehir, Kayseri ve Konya gibi merkezlerde faaliyette bulunurken; Yesevîlik, Vefaîlik, Kalenderîlik, Haydarîlik ve Bektaşîlik gibi popüler tarikatlara mensup olanlar da, daha çok göçebe Türkmen toplulukları arasında itibar görmekte idi. Gerek şehirlerde; gerekse kırsal kesimlerde faaliyet gösteren bütün bu zümrelerin, hiç şüphesiz Anadolu’da dinî yapının şekillenmesinde ve sosyal hayattaki düzenin sağlanmasında kayda değer rolü olmuştur. XIII. yüzyılda Azerbaycan, Mâverâünnehir ve Horasan gibi bölgelerden Anadolu’ya gelerek faaliyetlerde bulunan Evhadeddin Kirmânî, Bahâeddin Veled, Burhaneddin Tirmizî, Necmeddin Râzî, Ahi Evren, Hacı Bektaş Velî ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî gibi şahsiyetlerin, geniş halk kitleleri üzerinde büyük bir nüfuza sahip oldukları görülmektedir. Bununla bereber, “Baba” unvanıyla halk nazarında kudsî bir yer edinen ve yine Horasan erenleri zümresinden olan Baba İlyas Horasânî, Baba Merendî ve Baba Kemâl Hocendî gibi tanınmış isimleri de burada belirtmek gerekir.”“Beylikler döneminde Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen tasavvufî çevreler arasında, -Türkiye Selçuklularında olduğu gibibilhassa zâviyeler kurmaya ve yeni yerleşim birimleri oluşturmaya yönelik faaliyetlerin ağırlık kazandığı görülmektedir.”: Horasan’dan Anadolu’ya dervişleriyle gelip yerleşim birimi ve zaviye kuran tasavvufi çevrelere örnek olarak şu isimler verilebilir: Seyyid Harun Veli, Hacı İsmail, Dediği Sultan, Yatağan Ahmet Mürsel. (e). “Mevlânâ, şüphesiz İslam Dünyası’nın yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden birisidir. O dönemde İslâm dünyasındaki fikri ve ilmi potansiyel, Mevlânâ’nın yetişmesini sağlamıştır.Maveraünnehir, Horasan, İran, Mısır, Suriye ve Irak gibi yerlerden çok sayıda fikir ve ilim adamları ile mutasavvıfların Anadolu’ya gelmesi, fikri ve kültürel ortamın çok hareketli olmasına sebep olmuştur.Mevlânâ’da bu ortam içerisinde yetişmiş, en güçlü fikir öncülerinden biri olmuştur.” (f). (a) Wikipedia Katılımcıları, “Yunus Emre”, Vikipedi, Özgür Ansiklopedi, <https://tr.wikipedia.org/wiki/Yunus_Emre>; Wikipedia Contributes, “Yunus Emre”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, <https://en.wikipedia.org/wiki/Yunus_Emre>; (b) Mustafa Tatcı, “YÛNUS EMRE”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2013, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/43/C43014139.pdf> Cilt: 43, s. 600, 601; Erişimler: 24 Ağustos 2015. (c) Mustafa Kara, “TEKKE”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/40/C40023517.pdf> Cilt: 40, s. 368; (d) Haşim Şahin, “TAPDUK EMRE”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/40/C40013014.pdf> Cilt: 40, s. 12; (e) İsmail Çiftcioğlu, “Orta Asya – Anadolu İlim ve Kültür Köprüsü (XI-XVI. Yüzyıllar)”, Bilig, Sayı: 44, Kış 2008, <https://dergipark.org.tr/download/article-file/234365> s. 144, 146-149, 154-156; (© Ahmet Yesevi University Board of Trustees) (f) Hatice Konukseven, “Hz. Mevlânâ, Ahi Evran ve Şeyh Sadreddin-i Konevi’nin Konya Halkının Eğitimindeki Rolü”, T.C. Selçuk Ü., Yüksek Lisans Tezi, 2006, <http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/7723/189164.pdf?sequence=1&isAllowed=y> s. 17, 18; Erişimler: 6 Haziran 2019.

 

Hallâc-ı Mansûr şunları söylemiştir: Ben sevdiğim O’yum ve sevdiğim O, benim. Biz bir vücutta sakin iki ruhuz. Eğer sen beni görürsen O’nu görmüş olursun ve eğer sen O’nu görürsen ikimizi birlikte görmüş olursun. O yücelikte ben, biz ve sen yoktur: Ben, biz, sen, O, hep biriz. Senin dileğin olacaktır ey Rabbim sultanım, muradım ve manam, ey benim varlığımın zatı, arzularımın gayesi, ey benim her şeyim, işaret ve hareketlerim, kulağım ve gözüm, bütünüm. Kendi kendini bilmediğin için şimdi Allah aşkına ben ne yapmalıyım, ne hacca ne hilale taparım, ne gâvurun ya da Yahudi, ne doğu ne batı benim vatanım, ne de zebaniyle yakınlığım var. Ne ateşten ne köpükten yarıldım, ne topraktan ne çiğden…

Mevlânâ şunları söylemiştir: Ey Müslümanlar, dünyada bir aşk varsa o da benim. Bir mümin, bir kâfir, bir rahip varsa o da benim. Şarap tortuları, saki, hanende, rûbâh ve musiki, sevgili, kandil, içki ve sarhoşluk neşesi benim. 72 inanç ve fırka gerçekte yoktur, Allah’a yemin ederim ki bütün bunlar benim. Toprakla hava, su ile ateş, beden ve nefis de benim. Hakikat ve yalan, hayır ve şer, kolaylık ve güçlük ta başından sonuna kadar benim. İlim ve bilgi, takva ve iman benim. Emin ol, cehennemin ateşi, alevlenen suyla evet, cennet Adn ve huriler benim. Bu yer ve gök her şeyiyle, melekler, periler, cinler ve beşeriyet benim.

Muhyiddin İbn Arabî de şunu söylemiştir: Sevgilim göründüğünde onu hangi gözle görürüm ben, benimkiyle değil onun gözüyle, onu ondan başkası göremez de ondan.⋅ Vahdet-i vücûd’da, Tanrı ile nesne dünyası ayrımı ortadan kalkar ve Tanrı “Aşk” olur.

Sonuç olarak Kur’an ve hadislerde Tanrı, ete kemiğe bürünmüş bir “sultan veya kral”dır. Müşebbihe/Mücessime ve Selefiye bunu kabul eder. Mu‘tezile’yle görüşler Helenistik ve Hristiyan kültürüyle karışır ve bu sayede felsefe ile Tanrı soyutlaşır. Tanrı, agnostisizme yani bilinemezciliğe doğru gitmiştir. Onlara göre Kur’an’daki ifadeler semboliktir. İslam filozofları Tanrı’yı ilke/kural olarak görüp ona, evrenin ilk nedeni / zorunlu varlık, der. Nesne dünyasındaki nedenselliği anlamak için ilk hareket ettiriciye ihtiyaç vardır, derler, oysa bu, Aristoteles’in hareket etmeyen ilk hareket ettirici Tanrısı’dır. İslam tasavvufunda Tanrı “Aşk” olarak karşımıza çıkar. O aşk, sevgilidir. Tanrı Güneş’tir, ışığı ise bu Dünya’dır benzetmesi vardır. Mevlânâ birisinin kötülüğünü eleştiren başka birisine, niye onu eleştiriyorsun ki onu eleştirmek demek Tanrı’yı eleştirmek demektir, der. Işığı eleştirmek Güneş’i eleştirmektir. İslam kültüründe, teşbihi/benzeri bir Tanrı’dan, kelamcılarda mutlak kudret olan bir Tanrı’ya, ondan filozoflarda evrenin nedeni olan Tanrı’ya, mutasavvıflarla da o, aşka dönüşmüştür. Sicistânî şöyle der: Tanrı söz konusu olduğunda yapılacak tek şey susmaktır. O, bu söylemini Plotinus’tan almıştır.[111] (“Teşbih”[112]) (Ebû Dâvûd es-Sicistânî vd.[113])

___________________
[111] Hasan Aydın, “Klasik İslam…”, ags.
[112] “Teşbih”: “is. (teşbi:hi) ed. Benzetme.”. TDK, ags., “Teşbih”, Güncel Türkçe Sözlük, Erişim: 7 Haziran 2019.
[113] Ebû Dâvûd es-Sicistânî: MS ~818’de İran’da doğdu, MS 889’da Irak’da öldü, İran Arabı. “Kütüb-i Sitte’den biri olan es-Sünen’in müellifi, muhaddis.” (a). Muhaddis: “is. esk. Hadis bilimiyle uğraşan kimse.” (b). Kütüb-i Sitte: “Hadislerin büyük bir kısmını ve genellikle güvenilir olanlarını ihtiva eden altı hadis kitabı.” (c). es-Sünen: “Ebû Dâvûd es-Sicistânî’nin Kütüb-i Sitte’ye dahil olan eseri.” (d). (Bir kişinin kökeninin Arap veya Türk olması önemli fakat bundan daha çok önemli olan o kişinin nerede doğup büyüdüğüdür, öyle ki o bölgenin kültürünü alıp o kültürle düşünür ve işlerini ona göre yapar.) (a) M. Yaşar Kandemir, “EBÛ DÂVÛD es-SİCİSTÂNΔ, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/10/C10003697.pdf> Cilt: 10, s. 119, 120; (b) TDK, ags., “Muhaddis”, Güncel Türkçe Sözlük; (c) M. Yaşar Kandemir, “KÜTÜB-i SİTTE”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2003, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/27/C27008708.pdf> Cilt: 27, s. 6; (d) M. Yaşar Kandemir, “es-SÜNEN”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2010, <https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/38/C38012472.pdf> Cilt: 38, s. 145; Erişimler: 24 Ağustos 2015.